Sinema ve televizyon açısından zengin bir şekilde geçirdiğimi düşündüğüm Eylül ayı geride kaldı. Ayın ilk günleri vizyon dışı geçmişe yönelik eksiklerimi kapatsam da ayın çoğunda bu yılın filmleriyle haşır neşir olmaya başladım. Bundan sonra da Oscar dönemi boyunca yani Şubat-Mart’a kadar ağırlıklı olarak bu şekilde devam edeceğim. Ayrıca Eylül demek Amerikan ulusal kanallarındaki dizilerin yeni sezonlarını açması demek onlardan da kısaca bahsedeceğim…

Dizilerden bahsetmişken yine önce bu ay izlediğim dizilerden başlayalım:

Atypical – 1. Sezon: Ayın en hoş sürprizlerinden biri olan Netflix dramedisi muhtemelen aynı zamanda sezonun en iyi dizilerinden biri olarak kalacak. Detaylı yorum şurada.

Narcos: Daha önce de deneyip sevemediğim bir diziydi fakat ısrarlı tavsiyeler üzerine yeniden deneme kararı aldım. İlk 5 bölümü en baştan izledim ama olmuyor, olmuyor. Hiçbir şekilde beni kendisine bağlayamayan diziye daha fazla şans veremeyeceğim. Sevenlerine iyi seyirler, benim dizim değil.

Me, Myself and I: Bir adamın hayatının üç farklı evresini anlatan komedi türündeki dizi, bir hayli ilginç konsepte bağlı. İlk bölüm kusursuz olmaktan çok uzak olsa da konsept iyi işlenirse gelişmeye çok müsait. En azından birkaç bölüm daha devam etmeyi düşünüyorum, size de şans vermenizi önerebilirim…

Young Sheldon: The Big Bang Theory’nin spin-off dizisi olan ve efsane karakter Sheldon Cooper’ın çocukluğuna odaklanan dizi, sezonun en çok merak ettiğim işiydi. İlk bölüm itibariyle beklentimi karşıladı, devamı için epey umut verdi. Zaten dizinin reytingleri de mükemmel geldi ve Amerika’da son yılların en çok izlenen komedi ilk bölümlerinden biri oldu. Yalnız dizinin tarzının The Big Bang Theory’den epey farklı olduğunu, gülme efektsiz bir dizi olduğunu belirtmek gerek. Bu cesur kararı ise olumlu karşıladım, bu tarz bu dizi için daha uygun olmuş…

Geri dönen dizilere gelecek olursak…

The Good Place ikinci sezonuyla muhteşem bir geri dönüş yaptı. Görünen o ki dizi, ilk sezonundan çok daha iyi bir ikinci sezon geçirme yolunda. Bu görüşte olan tek ben de değilim şu sıralar Amerikalı eleştirmenler dizinin ikinci sezonunu övmekle meşguller.

Showtime’ın hak ettiği değeri göremeyen muhteşem komedisi Episodes da her zamanki harikalığında yoluna devam ediyor. Ne yazık ki Ekim ayı içerisinde diziyle vedalaşacağız.

Geçen yılın en iyi yeni dizilerinden biri olan This Is Us yeni sezona da hiç fena başlamadı. Sezon açılışı belki dizinin kendi standartlarının biraz altındaydı ama son kısımlarıyla diziyi neden sevdiğimizi hatırlattı.

On birinci sezonuyla hala Amerika’nın en çok izlenen dizisi olan The Big Bang Theory de yeni sezonu oldukça iyi açtı. Hemen her zamanki gibi komik ve keyifliydi. Sheldon Cooper ve arkadaşlarıyla hasret gidermek iyi geldi…

Vizyon Filmleri

Filmler hakkında detaylı yorumları yazdığım için burada tek tek yeniden bahsetmeyeceğim. Band Aid, Rememory, Gifted, The Big Sick, The Invisible Guest, It, The Book of Henry, A Ghost Story bu ay izleyip yazdığım dizilerdi. Her bir filmin isminin üzerine tıklayarak yazılarına ulaşabilirsiniz. Bu arada The Invisible Guest 41. sıradan, The Big Sick 183. sıradan izleryazar Top 250 listesine giriş yaptılar. Genel olarak bu yılın şu ana kadar iyi bir film yılı olduğunu destekleyen filmler oldular. A Dog’s Purpose ve What Happened to Monday yazıları ise bu aya yetişmedi ve gelecek aya sarktı. Bu arada özellikle kadrosu nedeniyle merak ettiğim The Beguiled’ı denedim ama her şeyinden nefret ettim, tamamlayamadım bile. O nedenle yazısını blogda bulamayacaksınız.

Little Miss Sunshine (2006)

Battle of the Sexes öncesi Jonathan Dayton ve Valerie Faris ikilisinin önceki filmlerini yeniden izlemek istedim ki sadece iki filmlerinin olduğunu düşünürsek bu hiç zor olmadı. izleryazar Top 250 listesinde 110. sırasında yer alan film, ikinci izleyişimde de bende aynı hisleri uyandırdı. Kesinlikle harika bir kendini iyi hisset filmi. Keşke Oscar filmi anlayışı mesaj kaygısı altında ezilen filmler yerine bu tarz filmlere doğru yönelse…

8.5/10


Ruby Sparks (2012)

Bu zamana kadar ertelediğime pişman olduğum bir film oldu. Hayallerinin kadını gerçeğe dönüşen bir yazarın hikayesini anlatan fantastik film ayrıca doğru mesajlarıyla da tam on ikiden vuruyor. İzlerken inanılmaz keyif aldım. Little Miss Sunshine’dan bile daha çok seveceğim hiç aklıma gelmezdi ama oldu. Film ayrıca izleryazar Top 250 listesine 67. sıradan giriş yaptı. Jonathan Dayton ve Valerie Faris ikilisi daha çok film yapsın lütfen!

9/10


It’s Kind of a Funny Story (2010)

Şu günlerde Atypical ile gündemde olan Keir Gilchrist’in en ünlü filmini şans eseri Atypical’a başlamadan sadece birkaç gün önce izledim. Depresyon içindeki bir gencin kendini yetişkinlerin olduğu bir psikiyatri merkezinde bulmasını konu alan film aslında fena değildi ama ben daha çok kaçırılmış bir fırsat olarak gördüm. Biraz daha iyi bir senaryoyla çok başka yerlere gidebilirmiş…

5.5/10


The Meaning of Life (1983)

Monty Python and the Holy Grail ve Life of Brian filmlerinin hayranı olduğum Monty Python grubunun üçüncü filmlerini izleme vakti gelmişti. Fakat ne yazık ki diğer iki filmin yanında çok sönük bir film buldum karşımda. Yine Monty Python’ın başarılı mizahından esintiler vardı ama film içerisindeki iğrençlik sınırlarını zorlayan şişman adam skeci bile 1-2 puan eritmeye yetecek güçteydi…

5/10


Office Space (1999)

Uzun zamandır listemde olmasına karşın bir türlü izleyemediğim bir filmdi. Özellikle bir Jennifer Aniston hayranı olarak ve onun kalburüstü görülen ender filmlerinden biri olduğundan beklentim büyüktü ama ne yazık ki hayal kırıklığı oldu. İş hayatının monotonluğuna daha doğrusu hayatın monotonluğuna başkaldırı hoştu ama senaryo tatmin edici olmaktan uzaktı. Jennifer Aniston’ın filme etkisi çok azdı ve başroldeki Ron Livingston’ın pek itici bir performans göstermesi de işleri zorlaştırdı.

5.5/10


Bridge to Terabithia

The Virgin Suicides (1999)

The Beguiled öncesi bir tane daha Sofia Coppola filmi izleyeyim hem de pek sevdiğim Kirsten Dunst da var diyerek izlemeye koyuldum ancak sonuç hayal kırıklığı oldu. Baskıcı bir ailenin kızlarının hikayesini bir grup erkekle harmanlama çabası epey başarısız olmuş. Bu filmi izledikten ve The Beguiled’ı izlemeye çalıştıktan sonra daha iyi anladım ki Sofia Coppola’nın tarzı hiç ama hiç bana göre değil. Bundan böyle olabildiğince uzak durmaya çalışacağım…

4.5/10


Pride & Prejudice (2005)

Joe Wright & Keira Knightley ikilisinin izlemediğim tek filmiydi ve yıllarca erteledikten sonra nihayet izledim. Sıkıcı bir hikayenin sıradan bir şekilde işlendiği bir film çıktı Pride & Prejudice. Kötü müydü? Değildi. Fakat çok beklendik ilerleyen ve benzerlerini çokça gördüğümüz türden bir filmdi, bu nedenle de seyir zevki verdiğini söyleyemem. Rosamund Pike ve Carey Mulligan’ın henüz ünlü olmayan halleriyle kadrodaki varlıkları değerliydi. Erkek oyuncu kadrosu ise kadınların aksine zayıftı.

6/10


Rise of the Planet of the Apes (2011)

Yıllardır uzak durduğum bir seriydi fakat serinin finali War for the Planet of the Apes öncesi bir şans vermek istedim. Tahmin ettiğim gibi, beni yakalayamayan bir film oldu. Giriş kısmı gereğinden fazla uzundu ve devamı da beklendik şekildeydi. İlgi çekici yanları vardı elbet ama bana göre bir film olmadığı açık. Serinin devamına şans vermeyi düşünmüyorum.

5/10


Bridge to Terabithia (2007)

Kapanışı bu ay izlediğim en güzel şeylerden biriyle yapalım… Şehirden uzaklarda doğayla iç içe bir yerde yaşayan Jess’in hayatı okula ve yaşadığı yere yeni gelen Leslie ile birlikte değişir. İkili arasında muhteşem bir arkadaşlık başlar ve bu arkadaşlık olayları hayallerin ötesinde bir noktaya getirir. Hem mutlu eden hem de ağlatan, ender bulunan güzellikte bir film olmuş Bridge to Terabithia. Yalnız olayların fantastikleşmeye başladığı kısımlar bence çok gereksizdi ve filmin değerini biraz düşürdü.  Yine de tereddütsüz önerebileceğim bir film. izleryazar Top 250 listesine de 241. sıradan giriş yaptı…

8/10

Yorum Yazın

Email adresiniz yayınlanmayacak.