Yakın zamana kadar yabancı dizi demek pek çoğumuz için yüksek oranda Amerikan dizileri ve belki biraz da İngiliz dizileri demekti. Netflix’in uluslararası alanda çok hızlı ve çok başarılı şekilde yayılması bu düzeni büyük ölçüde değiştirdi. Alman dizisi Dark ve İspanyol dizisi La Casa de Papel, tüm dünya genelinde Netflix’in en çok izlenen işlerinden oldular. Platformun yeni Güney Kore dizisi Squid Game ise bu artan uluslararası gücün geldiği son noktanın en açık örneği oldu. Bir anda hayatımıza dahil olan diziyi bir aylık süreçte izlemeyen neredeyse kimseler kalmadı ve dizi, Netflix’in bugün kadarki izlenme rekorunu da hızlıca kırdı…
Seong Gi-hun (Lee Jung-jae), borç yükü altında hayatı çıkmaza girmiş bir adamdır. Bir gün karşısına takım elbiseli gizemli bir adam çıkar ve ona tuhaf bir oyun teklifinde bulunur. Bu oyun, hayatta kalanın milyarder olacağı ölümcül bir oyundur. Tahmin edileceği üzere kahramanımız bu teklifi kabul eder ve de kabul eden tek kişi değildir. 456 kişiden biridir ve bu 456 kişi birbirinden ilginç oyunlarla hem hayatta kalmak hem de büyük ödülü kazanmak için yarışacaklardır…
Squid Game’in konusunu duyduğunuzda aklınıza “The Hunger Games” geldiyse yalnız değilsiniz. Dizi, “The Hunger Games” konseptini alarak onu uçuk sayılabilecek bir distopyadan çıkartıp daha gerçekçi bir düzleme oturtmaya çalışmış. Tabii böylesine uçuk bir konuyu gerçekçi bir düzleme oturtmak da hiç kolay bir iş değil. Squid Game’in de bunu %100 başarıyla sağladığını söylemek mümkün değil. Dizideki bazı anlar gerçekçilikten uzak hissettiriyor. Fakat dizinin temel kaygısı bu değil elbette…
Peki Squid Game’i bu kadar hızlı şekilde popüler yapan şey ne? Her şeyden önce dizinin pazarlanması konusuna çok iyi çalışıldığı her halinden belli oluyor. Belli ki La Casa de Papel’in başarısı pek çok yönden bu dizinin hazırlanmasına ilham kaynağı olmuş. La Casa de Papel’in kıyafetlerinin ünlü olması üzerinde burada da kıyafetler diziyi simgeleyecek şekilde tasarlanmış. La Casa de Papel’de karakterlerin isimleri yerine şehir isimleri kullanılması diziye adapte olmayı çok kolaylaştıran bir etkendi. Squid Game de bunun yerine her karaktere numaralar verme yoluna gitmiş. Böylece benim gibi Korelileri sima olarak ayırmakta güçlük çeken, ya da isimlerini ezberleyemeyen kitlenin işi de çok kolaylaştırılmış…
İşin pazarlama kısmında La Casa de Papel örnek alınsa da dizinin Güney Korelilerin tarih yazan işi Parasite ile de benzerlikler taşıdığını söylemek mümkün. Bu benzerlik ise daha çok taşıdığı mesajla ilgili. Squid Game de Parasite gibi toplumdaki gelir eşitsizliğine dikkat çekiyor. Tabii Squid Game bunu çok daha ekstrem şekillerde yapmayı tercih ediyor…
Squid Game, doğrusu benim hiçbir anında büyük hayranlık duyarak izlediğim bir yapım olmadı. Dokuz bölümlük dizinin ilk birkaç bölümü diziye giriş şeklindeydi. Finale kadarki bölümler dizinin biraz vites yükselttiği, yer yer çok ilgi çekici olduğu bölümlerdi. Ve son bölüm ise ne yazık ki bir fiyaskoydu. İnandırıcılıktan uzak sahneleri, mesajını çok basite indirgemesi ve tatmin edici olmayan sürprizi dizinin değerini düşüren cinstendi…
Her ne kadar şu sıralar mini dizi olarak anılsa da Squid Game’in gördüğü olağanüstü ilgi karşısında yapımcılar çoktan ikinci sezon için kolları sıvamışlardır. Şahsen fena bulmasam da gördüğü aşırı ilgiyi hak eden bir yapım olduğunu düşünmüyorum ve tek sezon olarak kalmasını yeğlerim. Hele ki benzer kulvardaki La Casa de Papel’in devam sezonlarındaki vasatlaşmasına tanıklık ettikten sonra…
[…] Squid Game‘in etkisi midir bilinmez bu yılın en popüler konularından biri zengin taşlamaları… Triangle of Sadness ile bu türün zirvesindeki şahane bir film izledikten sonra Glass Onion bu konudaki vasat bir örnek olarak karşımıza çıkmıştı. The Menu de ne yazık ki bir başka vasat örnek… “Fine dining” denilen ve cep yakıcı fiyatlarından ötürü dünyada çok küçük kitleye ulaşabilen ve uzaktan hayli yapay, tuhaf gözüken yemek kültürünü acımasızca eleştiren film, bunu ne yazık ki yaptığını düşündüğü gibi zeki bir yolla yapamıyor… […]