Pandemi henüz başlamamışken, sinemaya gitmek hayatımızın vazgeçilmez rutinlerinden biriyken Daniel Craig’li James Bond serisinin final filminin heyecanı sarmaya başlamıştı. Billie Ellish’in filme özel, filmle aynı tadı taşıyan muhteşem şarkısının çıkışının ardından serinin ilk dört filmini izleyip kendimce final filmine mini bir hazırlık da yapmıştım. Fakat filmin yaklaşık iki yıl kadar bir süreliğine erteleneceğini ve yaptığım hafıza güncellemesinin film çıkana kadar tekrar eskiyeceğini kim bilebilirdi ki…

Serinin önceki filmi Spectre’da James Bond’un (Daniel Craig) İngiliz İstihbarat Servisi MI6’dan ayrılışına tanıklık etmiştik. Yeni filmimize önceki filmin önemli yeni karakteri Madeleine’in (Lea Seydoux) geçmişine yönelik son derece ilgi çekici bir sekans ile başlıyoruz. Hemen sonrasında James Bond’un emekliliğinin tadını çıkardığı sahneler bizleri karşılıyor. Madeleine’in geçmişindeki sırlardan bu emeklilik mutluluğunun fazla sürmeyeceği anlaşılıyor ve aksiyon bir kez daha emekli efsane ajanımızı çağırıyor…

İngilizlerin dünya sinemasına belki de en büyük katkılarından biri olan James Bond, sinemayla en alakasız kimselerin bile az çok fikrinin olduğu gerçek bir fenomen. Doğrusu bu fenomenle ilk gerçek tanışmam 2006 yapımı Casino Royale ile oldu. Her ne kadar sevdiğim nadir aksiyon serilerine hızlı bir giriş yapsa da serinin külliyatını izleme gereği duymadım. Yani benim için James Bond demek Daniel Craig demek ve onun seriye vedasının da anlamı bir hayli yüksekti…

James Bond’un en önemli özelliği daha isminden bile anlaşılan karizması. Bu karizma, yer yer insanüstü mertebeye ulaşan gelmiş geçmiş en yetenekli ajanı izlediğimize bizi ikna etmeyi başarıyor. Başka serilerde “bu kadar da olmaz” denilen türden abartılı aksiyon sahneleri James Bond izlerken tuhaf bir büyüyle saf eğlence unsuru olarak keyif vermeyi başarıyor. No Time to Die’da da bunu fazlasıyla hissetmek mümkün. Pek çok farklı ülkede çekilen filmde özellikle İtalya’daki aksiyon sahneleri nefes kesiyor ve hem görsel olarak büyüleyip hem aksiyonuyla seyir zevki sunuyor…

No Time to Die’ın serinin finali olmasının dışındaki bir başka önemli özelliği ise serinin bugüne kadarki en uzun filmi oluşu. 3 saate yakın süresi, bana göre filmin en önemli eksisi. Hikayesi çok güçlü olmayıp aksiyonuyla izleyiciyi tavlaması daha olası bir filmde sürenin bu kadar uzun tutulması bir süre sonra aksiyonun etkisinin düşmesine neden oluyor. Filmin ilk ve son kısımları bana göre en iyi kısımları olsa da orta kısımlarda filmin fazlaca sarkmış hissettirdiğini söylemek mümkün…

Daniel Craig, ilk kez James Bond seçildiği dönemde ön yargıya bağlı türlü eleştirilere maruz kalsa da pek çok açıdan tüm zamanların en başarılı James Bond serisine imza atmış oldu. Elbette ilk filmin yönetmeni Martin Campbell, Skyfall’un yönetmeni Sam Mendes’in varlığı, muhteşem şarkı seçimlerini de kapsayan genel yapım başarısının da bu başarıda payı büyüktü. Fakat Daniel Craig’in rolle inanılmaz bütünleşmesinin de payı bir hayli yüksekti… Bu filmde de Daniel Craig yine şahaneydi. Ona eşlik eden kadro da bir hayli zengindi. Léa Seydoux, Christoph Waltz, Jeffrey Wright, Ben Whishaw, Lashana Lynch, Rami Malek gibi ünlü isimler iyilerdi ancak bir isim vardı ki küçücük rolüyle filmin en çok konuşulanı olmayı başardı. Paloma rolündeki Ana de Armas’tan bahsediyorum. Sempatikliğiyle her filmde kendine ayrı hayran bırakan Ana de Armas, burada da çok iyiydi. Fakat filmdeki süresinin çok kısa tutulması hayal kırıklığıydı, keşke kendisinden daha fazla yararlanılabilseymiş…

No Time to Die, serinin en iyi filmi olmaktan uzak olsa da seriye yakışır kalitede bir vedaydı. Aksiyonu doyurucu, duygusallığı yerinde bir filmdi. Elbette James Bond serisi tamamen sonsuzluğa gömülmeyecek ve sürekli yenilenerek karşımıza çıkmaya devam edecek. Fakat bir sonraki serinin işinin çok zor olacağını şimdiden söylemek mümkün. Öyle ki Daniel Craig’li beş film, seriyi modern dünyaya hem teknik hem hikaye açısından çok iyi adapte eden bir seriydi. Yeri kolay dolmayacak…

No Time to Die

7.5

Puan

7.5/10