Son yılların en ünlü Amerikan bağımsız film şirketlerinden A24’ün bu yılki en iddialı işlerinden biri şüphesiz geçen yıldan bu yıla sarkan “The Green Knight” idi. Yılın eleştirmenler ve genel izleyiciyi en net şekilde bölen filmlerinden birine dönüşen filmle ilgili beklentim en başından beri minimum seviyedeydi. Hiç bana hitap etmeyen tarzda bir fantastik hikayeyi ele alması bir yana filmin yönetmeni David Lowery’nin daha önce izlemiş olduğum iki işinden (A Ghost Story ve The Old Man & the Gun) nefret etmem bu düşük seviye için yeterli gerekçelerdi. Fakat film özellikle sinematografik anlamda o kadar büyük övgüler aldı ki her şeyi göze alıp şans vermem gereken filmler arasına eklemek durumunda kaldım… Bu olumsuzluklara karşın filmin başına bir miktar ön araştırma yaparak oldukça pozitif hislerle ve sevmeyi çok isteyerek oturdum…

Orta Çağ Britanya’sında bir kraliyet kutlamasında başlıyor filmimiz. Noel’in kutlandığı mekanda kral, onun yeğeni Gawain (Dev Patel) ve yuvarlak masa şövalyeleri de bulunmaktadır. Kutlama sürerken birden Yeşil Şövalye adını taşıyan gizemli birisi çıkıp eğlenceyi yarıda keser ve herkese meydan okur. Meydan okumaya göre meydan okumayı kabul eden kişi Yeşil Şövalye’ye istediği hamleyi yapacak ve bir yıl sonra Yeşil Şapel denilen bir yerde ikili tekrar karşılaşacak ve birebir aynı hamleyi bu kez Yeşil Şövalye yapacaktır… Kendini krala ve şövalyelere kanıtlama peşindeki Gawain, bu meydan okumayı kabul eden cesur kişi olur ve kılıcıyla Yeşil Şövalye’nin başını kesmek ister. Fakat işler yolunda gitmeyince bir yıl sonra, endişe içinde Yeşil Şapel’in yolunu tutmak durumunda kalır…

The Green Knight, İngiliz edebiyatında geniş yer tutan Kral Arthur’un efsanelerinden birinin uyarlaması niteliğindeki bir film. Filmi izlemeden önce “Sir Gawain ve Yeşil Şövalye” adını taşıyan, 14. yüzyıldan kalma şiir formatındaki orijinal eser hakkında en azından temel düzeyde bilgi edinilmesinde fayda var. Öyle ki filmin kendisi ne anlattığını izleyiciye aktarma konusunda pek hevesli değil. Filmin başından itibaren olayları anlamlandırıp, parçaları birleştirme görevi tamamen izleyiciye bırakılmış…

Birbirinden oldukça kopuk parçalar şeklinde ilerleyen The Green Knight, bazı parçalarında ilgiyi çekmekte hiç zorlanmazken bazı parçalarda aynı başarıyı sergileyemiyor. Özellikle fantastikliğinin dozunun arttığı kısımlar bu türü neden sevmediğimi hatırlatır cinstendi. Filmi fazla karanlık veya fazla ağır tempolu bulanlar olsa da bence asıl sorun eldeki materyalin sinemaya yakışan bir uyarlama potansiyeli taşımamasıydı. Muhtemelen çok sevdiğim bir sinemacı da bu materyalden vasatı geçemeyen bir iş çıkarırdı…

The Green Knight’ın övülmeden geçilemeyecek bir yanı varsa o da elbette sunduğu görsel ziyafet. Andrew Droz Palermo imzası taşıyan sinematografi, özellikle aydınlık sahnelerde tüm zamanların en iyileriyle rekabet edebilecek türden başarılı. Tabii bu başarıda David Lowery’nin katkısının çok büyük olduğuna da şüphe yok. Müzik kullanımı ve prodüksiyon tasarımı da oldukça başarılıydı… Filmin başrolünde yer alan Dev Patel’in performansı ve iki karakteri birden oynayıp ona eşlik eden Alicia Vikander da gayet iyilerdi…

Uzun lafın kısası The Green Knight, kendini alışılageldik gişe işi aksiyon ve fantastik filmlerden çok farklı bir noktaya konumlayan ve kısıtlı kitleye hitap eden bir iş. Eğer sembolik anlatımı ön planda tutan filmleri, fantastik film türünü seviyor ve yavaş tempolu filmlerle bir sorununuz yoksa muhtemelen en sevdiğiniz filmler arasına girebilecek kadar iddialı bir yapıt. Fakat aksi takdirde nefret etme ihtimaliniz bir hayli yüksek. Bir türlü sevemediğim yönetmenin izlediğim işleri arasında şu ana kadarki en beğendiğim işi olsa da ben nefret etmekle sevmenin ortasında bir yerlerde kaldım…

The Green Knight

5

Puan

5.0/10