I’m Still Here (2024)
İnternet dünyasında Türkler ve Hintlilerin kendi filmlerini aşırı yüceltmelerine alışkınız. Bu yıl ise Brezilyalıların fanatiklikleriyle tanıştık. Aylardır I’m Still Here ve filmin başrol oyuncusu Fernanda Torres için inanılmaz bir kampanya sürdürüyorlar. IMDb ve letterboxd üzerinde filmin çok yüksek puanlar almalarını sağlamaları çok sıra dışı bir başarı değildi fakat filmin en iyi film dahil 3 dalda Oscar adaylığı almalarını sağlamaları inanılmaz bir başarı… Filmin ülkemizde geç vizyon tarihi nedeniyle bu yaygaranın hak edilmiş bir film için olup olmadığını görmek için ödül sezonunun son gününe kadar beklemek gerekti… Walter Salles yönetmenliğinde I’m Still Here, Brezilya’da diktatörlük rejiminin keyfi uygulamaları yüzünden bir anda dünyası kararan bir ailenin yaşadıklarını ele alıyor… Şüphesiz I’m Still Here, önemli bir konuyu ele alıyor ve iyi çekilmiş bir film. Fakat sinema anlamında istisnai bir başarıdan bahsetmek kolay değil. Benzerlerine sıklıkla rastladığımız bir konu, gereksiz uzun bir süre altında çok da akıcı olmayan bir biçimde işlenmiş. Fernanda Torres’in performansı başarılı ama Oscar adaylığı tamamen kampanya başarısı. Her yıl benzerleri onlarca küçük filmde görülebilecek türden bir performans. Film, genel anlamda benim açımdan bir hayal kırıklığı…


Turtles All the Way Down (2024)
The Fault in Our Stars, Paper Towns, Looking for Alaska gibi popüler uyarlamaların kitaplarının yazarı olan John Green’in ekranlara taşınan son kitabı Turtles All the Way Down oldu. Amerika’da Max platformu üzerinden yayınlanan film, yazarın önceki işleri gibi kolayca radarıma giren bir gençlik filmi. Obsesif kompulsif bozukluğu bulunan ve virüslerin sürekli kendine zarar vereceğini düşünen genç bir kızın yaşadıklarını ele alan Turtles All the Way Down, seyir zevki yüksek bir yapım. Isabela Merced’in performansı ve sevilebilirliğinin payı bu durumda yüksek. Popüler şarkıların bolca kullanımı da bence filme yakışmış. Tüm bu olumlu noktalarla birlikte Hannah Marks’ın yönettiği filmin üst seviye bir sanat ürünü olmadığı da açık. Senaryonun kısıtlılığı bundaki temel etken…


Ghostlight (2024)
Aldığı övgülerle izleme listeme son anda sızan filmlerden biri Kelly O’Sullivan ve Alex Thompson işbirliğinden doğan Ghostlight oldu. İkilinin önceki işi Saint Frances‘i çok sevmiş olmam bu şans verişi kolaylaştırdı… Dan (Keith Kupferer), ailevi mutsuzluklarla boğuşan bir inşaat işçisidir. Özellikle asi kızı Daisy (Katherine Mallen Kupferer) ile ilişkisi bir hayli zorlu seviyededir. Ailedeki kötü gidişatı daha farklı bir yöne çeviren olay ise Dan’in bir anda kendini yerel tiyatrodaki Romeo & Juliet oyununda bulunması olur… Ghostlight, aslında konu olarak bu yılki Sing Sing ile benzerlikler taşıyor. Her ne kadar oradaki konu gerçek uyarlama olsa da bana hikayenin gerçekliği çok geçmemişti. Bu kez ise daha gerçek hayatlar gördüm karşımda. Fakat olayların gidişatı ya da içinde taşıdığı sürprizler beni pek de heyecanlandırmadı… Yine de içindeki sanat övgüsü ve sanatın en sıradan hayatlara bile etkili dokunuşlar yapabileceğinin öğretisi değerli kabul edilebilir…


Memoir of a Snail (2024)
İlk uzun metraj filmi 2009 yapımı Mary and Max ile büyük başarı elde eden Avustralyalı animasyon filmcisi Adam Elliot, uzun yıllar sonra nihayet ikinci filmini sundu… Çocukluğundan itibaren başından pek çok talihsiz olay geçen Grace adlı salyangozları çok seven bir kadının hikayesini işleyen animasyon, tamamen yetişkinleri hedef kitlesi olarak belirlemiş. Fazlasıyla depresif bir havası olan filmi izlemek çok kolay değil. Elbette bu depresifliğin içerisine yerleştirilmiş türlü şirinlikler, eğlencelik detaylar mevcut ama bütün olarak bu tarz animasyonları pek sevdiğimi söyleyemem. Bununla birlikte türünün en iyilerinden olduğunu, çok yüksek bir yapım kalitesi olduğunu inkar etmek çok güç…




Maria (2024)
Tarzını bir türlü pek sevemediğim Şilili yönetmen Pablo Larrain, izleme zorunluluğu hissettiren filmler yapmaya devam ediyor. İkonik kadınların hayatlarının hüzün dolu dönemlerinden kesitler üçlemesinin son halkası olan ve ünlü operacı Maria Callas’a odaklanan Maria’yı en çok ilginç kılan nokta elbette Angelina Jolie ve Haluk Bilginer’i buluşturuyor oluşuydu… Oscar’a görüntü yönetmenliği dalında aday olan film, prodüksiyon başarısı ve görsel zenginliğiyle göz dolduruyor. Başroldeki Angelina Jolie’nin performansı da kariyerinin en iyileri arasında anılacak seviyede. Haluk Bilginer’in filmdeki süresi için çok uzun denemez ama tek kişilik bir şovun içerisindeki en çok dikkat çeken yan karakter olduğu söylenebilir. İlk kez bu seviyede bir yabancı yönetmenle çalıştığı düşünülürse daha fazla benzer seviyede rol kapabilmesi için şahane bir fırsat yakalayıp bunu çok iyi değerlendirmiş… Filmin senaryosu için söylenebilecek çok fazla olumlu nokta yok. Spencer’da Diana’nın hayatını çok iyi biliyor oluşumuz önemli bir avantajdı, fakat Maria Callas hakkında hiçbir bilgisi olmayan biri olarak onun hayatından böyle bir kesiti anlatmaya değer bulmadım. Daha klişe ama doyurucu bir biyografiyi tercih ederdim…


Nickel Boys (2024)
Oscar adayı filmlerden en sona bırakmak zorunda kaldıklarımdan biri geçtiğimiz gün Prime Video’da gösterilen Nickel Boys oldu. Filmi izledikten sonra sinema salonlarına gelmemiş oluşuna ve filme sinemada katlanmak zorunda kalmayışıma şükretmem gerekti… RaMell Ross yönetmenliğindeki film, tamamen bir deneysel çalışma niteliğinde. Bir karakterin gözlerinden dünyayı gördüğümüz film, ilgi çekici bir konsept gibi gözükse de uygulamada tam bir felaket olmuş. Son derece amatör çekilmiş görüntüler gibi hissettiren filmi ciddiye alıp olaylara odaklanmakta çok zorlandım. Amerika’nın büyük karmaşa içinde olduğu 60’ları merkezine alan film, buradaki olaylar sayesinde önemli hissettirip Oscar adaylarına sızmış. Bana kalırsa Oscar’da en iyi film kategorisinde aday olan bugüne kadarki en kötü filmlerden biri, hatta hafızam beni yanıltmıyorsa en kötüsü…


A Real Pain (2024)
Ödül sezonunun en çok merak ettiğim filmlerinden biri, Jesse Eisenberg’ün ikinci yönetmenlik denemesi olan A Real Pain idi. İyi örneklerine son dönemde pek denk gelmediğim arkadaşlık komedisinde birbirine tam zıt karakterlerdeki iki kuzenin bir seyahati konu edinilmiş. Tabii bu bir sıradan gezi değildir. Polonya’da, tarihin en acı soykırımlarından birinin yaşandığı mekanlara yapılan aile tarihiyle yüzleşme gezisidir… A Real Pain, ilgi çekici başrolleriyle kolayca kendisine bağlamayı başaran bir film. Tüm bir turistik geziyi baştan sona ele alışıyla o yolculuğa adeta bizi de ortak edişi hoşuma gitti. Bu yönüyle yanına koyabileceğim benzer bir film hatırlayamadım. Soykırımın silinemeyen izlerinin hafif komediyle yansıtılış şekli de çok başarılı… Filmin Oscar’daki en büyük kozu Kieran Culkin, aslında Succession’daki Roman Roy karakterinden çok da sıyrılamamış ama yine de güçlü bir performans. Asıl büyük sorun ise yardımcı oyuncu değil net bir başrol olması. Ödüllerde artık bu konuya bir çözüm bulunması gerekiyor… Filmin kendisiyle ilgili sorunum ise ana karakterimizin bunalım hallerinin pek gerekçelendirilememesi ve net bir sonuca bağlanamaması… Yine de izlemeye değer, keyifli ve hüzünlü bir film…
