İstanbul Film Festivali’nin Ocak ayı seçkisinden izlediğim ikinci film, kariyerine yıldız isimlerle çalışarak başlamasına rağmen yıllardır büyük düşüşteki Ukraynalı yönetmen Vadim Perelman yönetmenliğindeki “Persian Lessons” oldu. İlk gösterimini Berlin Film Festivalinde yapan film, Belarus’un bu yılki Oscar temsilcisi olarak da seçilmişti. Ne var ki filmi izlemeye koyulmamdan birkaç saat öncesinde filmin yeterince Belaruslu olmadığı gerekçesiyle Oscar yarışından diskalifiye olduğu haberi geldi. Haber üzücü, çünkü aday olmayı muhtemelen aday olacak filmlerin çoğundan daha fazla hak etmiş olabilecek bir filmle karşı karşıyayız…
İkinci Dünya Savaşı’nın ortasındayız. Belçikalı bir genç olan Gilles (Nahuel Perez Biscayart) yanındaki Yahudilerle birlikte Nazi askerlerine yakalanmıştır. Tam idam edilecekken Gilles, bir yalan uydurarak Yahudi olmadığını, İranlı olduğunu söyler. Bunu duyan bir subay, bir komutanlarının İranlı birisini aradığını hatırlayıp yaşamasına izin verir… Bahsi geçen komutan Klaus Koch (Lars Eidinger), toplama kampında yemekhaneden sorumludur. En büyük hayali ise savaş sonrasında Tahran’a giderek burada bir Alman restoranı açmaktır. Bu hayal için de Farsça öğrenmek istemektedir ve Gilles’i büyük bir fırsat olarak görür. Fakat bir sorun vardır… Gilles tek kelime bile Farsça bilmemektedir ve hayatta kalabilmek için hiç bilmediği bir dili komutana öğretmek zorundadır…
İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilere karşı yapılan insanlık dramını anlatan filmler yıllardır sürekli karşımıza çıkmaya devam ediyor. Film sayısı arttıkça her yeni filmin işi daha çok zorlaşıyor. Yeni filmlerin öncekilerin gölgesinden kurtulabilmeleri için ya biçim olarak fark yaratmaları ya da olaya farklı yönden yaklaşan çok ilginç bir konuyla gelmeleri gerekiyor. Persian Lessons her ne kadar biçim yönünden çok klasik bir film olsa da konu açısından zoru başararak çok ilginç bir yeni konuyla gelmeyi başarabilmiş bir film…
Her şeyden önce “yeni bir dil icat etme” düşüncesinin filme dönüştürülmesi beni başlı başına çeken bir konu oldu. Bu icadın silah zoruyla yapılmak zorunda kalınması ise olayları şüphesiz gerilimi çok yüksek bir noktaya taşımış. Filmin her anında diken üstündeki karakterimiz için gerilim dolu anlar yaşıyoruz… Bununla birlikte filmin ürettiği yan konular da çok başarılı. Özellikle Klaus’un net bir kötü olmayıp içinde iyilikler görebileceğiniz bir Nazi olması filmin değerini arttırmış. Öyle ki filmin bazı anlarında kendinizi boşa kürek çekip, yeni bir dil öğrendiğini zanneden Klaus için üzülürken bulmanız çok olası. Tabii bir Nazi’yi azıcık bile sempatik göstermenin yanlış olduğunu savunanlar da olacaktır, fakat bu düşünce tarzının da Nazi düşünce tarzından çok farklı olmadığını düşünüyorum…
Teknik açıdan her şeyin olması gerektiği gibi olduğu filmin başrolündeki Arjantinli oyuncu Nahuel Perez Biscayart, güçlü performansıyla filmin taşıyıcı unsurlarından bir tanesi olmuş. Ona eşlik eden Alman oyuncu Lars Eidinger da oldukça başarılıydı. Kadronun geri kalanına büyük iş düşmese de toplu oyunculuk performansı iyi bir noktadaydı…
Persian Lessons, tahmin ettiğimden de çok sevdiğim ve kalıcı hafızamda iyi bir yer tutacağını düşündüğüm etkileyici bir filmdi. Şu sıralar festival filmi olarak görülmesine karşın geniş kitlelere ulaşma şansı yakalarsa genel izleyicinin de çok seveceğine inandığım ve türünün iyileri arasında anılabileceğine inandığım bir film. İzleme imkanınız olduğunda kaçırmayın derim…