Warner Bros’un vizyon için hazırladığı yeni filmleri aynı anda yeni platformu HBO Max üzerinde de gösterime sokma kararı sinema dünyasının gündemine zirveden oturan bir tartışma konusuna dönüşmüştü. O plan içerisindeki filmlerden bir tanesi de Warner Bros’un bu yılki en önemli ödül kozu olan Judas and the Black Messiah idi ve film geçtiğimiz gün hem HBO Max hem de Amerikan sinemalarında izleyiciyle buluştu. Tabii ülkemizde sinemaların aylardır kapalı olduğu, hatta sokağa çıkmanın bile yasak olduğu olağan dışı günlerde tek seçeneğimiz olduğu malum…
Siyahilerle ilgili karışıklıkların zirve yaptığı 1960’lı yılların ortalarındayız. Kara Panter Partisi’nin başına geçen genç aktivist Fred Hampton (Daniel Kaluuya) binlerce siyahiyi peşinden sürüklemektedir. Fred Hampton’ın bu gücü J. Edgar Hoover (Martin Sheen) önderliğindeki FBI’ın hedefi olmasına sebep olur. FBI ajanı Roy Mitchell (Jesse Plemons) aracılığıyla William O’Neal’ı (LaKeith Stanfield) köstebek olarak Fred Hampton’ın yanına yerleştirirler ve olaylar gelişmeye başlar…
1960’lı yıllarda Amerika’da o kadar çok önemli, insanlık adına üzücü olay yaşanmış ki siyahi yapımcı ve yönetmenler kendilerine yapılan zulümleri anlata anlata bitiremiyorlar. Bu kez kameranın arkasında genç bir yönetmen olan ve ilk kez önemli bir projede yer alan Shaka King var ve yine eldeki konu daha önce odaklanılmamış önemli bir konu. Üstelik bu yıl içerisinde polislerle siyahilerin yaşadığı sorunları da göz önüne alırsak filmin zamanlaması da çok yerinde… Buraya kadar her şey pozitif gözükse de, biz izleyici gözünden bakınca olayların yeterince ilginç bir şekilde aktarıldığını söylemek zor. Hem köstebeklik konusuyla ilgili hem de siyahilerin aktivistlik çalışmalarıyla ilgili zaten bir sürü film izledik. Bu açıdan filmin sunduğu pek yeni bir şey ne yazık ki yok, özellikle köstebeklik filmi olarak ele alırsak çok vasat kalıyor. Bu kısmın iyi işlememesindeki en büyük sıkıntı bence LaKeith Stanfield tarafından canlandırılan ana karakterimizin yeterince iyi yazılmamış olması, izleyicinin karakterle yeterince bağ kurmasının sağlanamaması. Ciddi süre almalarına karşın çok yüzeysel olan FBI ajanı karakterler de bir diğer önemli sorunlu nokta.. Evet, film önemli bir gerçek hikayeyi ele alıyor ancak bu gerçek hikayeyi iki saatlik sıkıcı bir filmden ziyade kısa bir belgeselden öğrenmeyi tercih ederdim…
Filmin gerçekten çok iyi olduğunu inkar edemeyeceğim bir konu varsa o da şüphesiz oyunculuklar… Başrol olarak sunulan LaKeith Stanfield son dönemdeki başarılı siyahi oyunculardan biri ve burada da gayet iyi iş çıkarmış. Biraz önce de belirttiğim gibi karakterinin yeterince iyi yazılmamış olması daha çok parlamasının önüne geçmiş… Tabii filmin asıl yıldızı ise Get Out ile birlikte müthiş bir çıkış yakalayan Daniel Kaluuya’dan başkası değil. Başarılı oyuncu, karakterini çok iyi benimsemiş ve filmin tüm sıradanlığına karşın yer aldığı sahneleri olabildiğince ilgi çekici hale getirmek için çabalamış. Yüksek ihtimalle bu yılki en iyi yardımcı erkek oyuncu dalındaki Oscar’ın sahibi olacaktır ve bu duruma herhangi bir itirazım söz konusu değil… Sevdiğim bir oyuncu olmasına karşın buradaki her sahnesini inanılmaz sıkıcı bulduğum Jesse Plemons’ın yanı sıra Dominique Fishback ve Martin Sheen kadronun diğer dikkat çekici isimleri arasındalar…
Judas and the Black Messiah, Amerikalı eleştirmenlerin bayıldığı ve Amerika’da yılın en iyileri arasında sıklıkla anılan bir film olsa da neden bu kadar abartıldığını anlayamayacağım filmlerden bir tanesi oldu. Evet, belki gündeme getirilmeyi hak eden bir hikayesi var ancak her önemli olayın sinema yoluyla gündeme getirilişini takdir ederek karşılamanın sonucu pek çok vasat filmin doğuşunu cesaretlendirmektir ki zaten hemen her yıl bu tip alkışlanan vasatlıklar karşımıza çıkmaya başladı. Daniel Kaluuya’nın üstün performansı ve “Fight For You” adlı başarılı final şarkısı da ne yazık ki vasat bir köstebeklik filmini kurtarmak için yeterli değiller…