Geçtiğimiz ay blogda yeni bir kategorinin müjdesini vermiştim. Bugüne kadar blogda sadece sezonunu tamamladığım güncel dizilere ve bulunduğumuz yıla ait güncel filmlere yer veriyordum. Bundan böyle ise aylık günlükler halinde izlediğim her şey hakkında kısa kısa bahsedeceğim. Aynı zamanda Top 250 Film ve Top 250 Dizi listesindeki değişiklikleri duyurmak için de bir yöntem olacak bu günlükler. İşte bu günlüklerin ilkiyle karşınızdayım. İlk yazı olduğu için biraz deneysel olacak içerik olarak, zamanla bu günlüklerin nasıl bir şekilde ilerleyeceğini hep beraber göreceğiz. Tabii ki sizlerden gelecek önerileri de açığım…

Haziran ayı benim için daha çok dizi izleyiciliği şeklinde geçti.  Bunun sebebi de 2016-2017 sezonunun sonuna gelmemiz ve Temmuz ayı içerisinde sizlerle 3. izleryazar TV Ödüllerinin kazananlarını paylaşacak olmam. Ayın büyük kısmında neredeyse hiç film izlemedim ancak son dönemde hem dizilerin bitmesini, hem de bayram tatilini fırsat bilerek filmler konusunda gaza basarak izlemek isteyip de bir türlü izleyemediğim bazı filmleri izledim. Sanırım gelecek ay ise daha çok güncel 2017 filmleriyle karşınızda olacağım…

Hangi Dizileri İzledim?

This Is Us – 1. Sezon: Mayıs sonunda başladığım This Is Us’ı Haziran’ın ilk günlerinde tamamladım. Televizyonun başına son yıllarda gelmiş en iyi şeylerden biriydi kesinlikle. Detaylı yorumum şurada olduğu için burada kısa kesiyorum.

Anne with an E – 1. Sezon: Az kişinin bildiği muhteşem dizilerden olma yolunda ilerleyen son derece doğal bir dizi. Netflix’te yayınlanan 7 bölümlük ilk sezonunu kısa sürede bitirdim ve çok sevdim. Detaylı yorumum önümüzdeki günlerde blogda olacak.

Feud – 1. Sezon: İlk birkaç bölümünü izledikten sonra araya başka şeylerin girmesiyle soğumuştum diziden ama yarıda kaldığım yerden sonrası harika bir şekilde devam etti. Joan Crawford ve Bette Davis arasında inanılmaz rekabeti izlemek çok keyifliydi. Detaylı yorumum şurada.

Veep – 6. Sezon: Beşinci sezonunu çok sevdikten sonra hevesle beklediğim altıncı sezon beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Neredeyse sezon içerisindeki hiçbir bölümden keyif alamadım. Detaylı yorumum şurada.

Silicon Valley – 4. Sezon: Ayrılmaz ikilisi Veep gibi bir diğer HBO komedisi olan Silicon Valley de pek iyi bir sezon geçirmedi. Tabii Veep’teki kadar karamsar bir tablo da yoktu ortada. Sezona dair yorumum önümüzdeki günlerde blogda olacak…

Better Call Saul – 3. Sezon: Ekranlardaki en kaliteli dizilerinden olan Better Call Saul da bu ay içerisinde üçüncü sezonunu tamamladı. Günü gününe takip ettiğim ender dizilerden biri olma özelliğini koruyan dizinin bu sezonu için beklentilerim çok yüksekti ve tam anlamıyla karşılayamadı ama tabii yine de Better Call Saul’dan bahsediyoruz. Detaylı yorumum şurada.

Louie – 4. Sezon: Hep güncel diziler mi izleyeceğim biraz da araya sıkıştırdığım Louie’nin 4. sezonundan bahsedeyim. Louie izleme serüvenim epey eskiye dayansa da ilk sezon ortalarında tıkanmıştım. Geçen yıl dizinin bitiminin ardından yeniden başlayıp azar azar tüketmeye devam ettim. Geçtiğimiz ay içerisinde ise 4. sezonu tamamladım. Fakat ne yazık ki bu sezon şu ana kadarkilerin en zayıfıydı. Güldürmekten ziyade bunalıma sokan bir hale geldi dizi. Neyse, geriye sadece az bölümlük 5. sezon kaldı. Onu da izleyip diziyi tamamlamış olacağım, bari son sezon bu sezonu unuttursa…

 

Hangi Dizileri Denedim?

Ay içerisinde pek çok 2016-2017 sezonu dizisine şans verdim. Bunların bazılarıyla yola devam kararı alırken bazılarını ise ilk 1-2 bölümde terk ettim. Terk ettiğim diziler hakkında normalde blogda yazmıyordum ama burada kısa kısa bahsedebilirim.

Genius: Belgesel kanalı National Geographic’in ilk kurgusal dizisi  olma özelliğini taşıyan bu dizi, ilk sezonuyla Albert Einstein’ın hayatını ele alıyor. Hem Einstein’ın hayatı hem de başrolünde pek sevdiğim Geoffrey Rush’ı bulundurması sebebiyle beğenebileceğimi düşünüyordum. İlk bölüm itibariyle aslında kaliteli gözüküyor dizi ama siyasi ağırlıklı işleyen konusunu sürükleyici bulmadım. Devamını izleme isteği uyandırmadı.

Great News: Tina Fey imzalı bu komedinin ekranlardaki komedi eksikliğini azaltması beklentimdi ama pek beklenen seviyede bir iş çıkmadı. Dizide haber stüdyosunda çalışan bir kadının annesinin stajyer olarak işe girmesi ele alınıyor. Karakterler fazla uçuk kaçık. Çerezlik niyetine izlenebilir belki ama beni ikna edemedi ilk iki bölümüyle. Andrea Martin’in dikkat çeken performansı ise ödüllerde karşımıza çıkacak gibi.

Sneaky Pete: Amazon’un Bryan Cranston imzalı dizisine uzun süredir şans verme niyetindeydim. Bu aya kısmet oldu. Kimlik hırsızlığı konusu fena değil ama dizideki karakterlere ısınamayınca devam etme isteğim olmadı. Dizide konuk oyuncu olarak yer alan Bryan Cranston da ilk bölümde 30 saniye falan gözüküyor…

Legion: Klasik süper kahramanlık yapımlarından biraz ayrılsa da özel güçlerini keşfeden bir adamın hikayesinin beni cezbetmesi çok zor. Rachel Keller dizide çok güzel, Aubrey Plaza şaşırtıcı derecede iyi oynuyor ama dizi olmamış.

GLOW: Geride bıraktıklarımın en iyisi sanırım bu Netflix yapımıydı. 80’li yıllarda televizyon için hazırlanan bir kadın güreşi programının arka yüzünü anlatan dizide özellikle başroldeki Alison Brie parlıyor. Ana konu ilgi çekici gözükse de bölümlük konular ilk üç bölümüyle beni çok tatmin etmedi. Fakat diziyle ipleri tamamen koparmış da değilim. Dizi boşluğuna düştüğüm bir anda 30’ar dakikalık bölümlerden oluşan bu komedi-drama karışımına geri dönebilirim.

American Gods: Yıllardır ertelenip duran proje nihayet Starz’da hayata geçti. Yalnız dizi o kadar sıkıcı başladı ki ilk bölümün dahi sonunu getiremedim. Zaten gelen yorumlar da pek iç açıcı değildi, galiba başlamadan jübile gibi bir şey oldu American Gods ile olan ilişkimiz.

Santa Clarita Diet: Drew Barrymore’u sempatik bulan biri olarak şans vermek istediğim bir dizi oldu ama ilk bölümün ilk on dakikasında yer alan kusma sahnesi diziyi terk etmeme yetti. İzlediğim en iğrenç dizi sahnelerindendi. İğrençlikten medet uman diziden hayır gelmez?

House of Cards – 5. Sezon: Listenin en şaşırtıcı kısmına geldik. İlk sezonunu çok sevdiğim, geçen yılki 4. sezonundaki yeniden yükselişe geçişini övüp ödüllerimde aday ettiğim House of Cards’tan bu ay yayınlanan yeni sezonda öyle bir soğudum ki diziyi bırakma noktasına geldim. Dizinin giderek kötülükle beslenen karakterlerin hakimiyetine girmesi, sevilesi tek bir karakterin dahi kalmayışı, olayların uç boyutlara gitmesiyle birlikte dizi inanılmaz şekilde tepetaklak yuvarlanmaya başladı. Sabredip 7. bölümüne kadar izleyebildim ama daha sonrası için kendimi daha fazla zorlamanın anlamı yok sanırım. Eğer 6. sezon final olacaksa bir şekilde dişimi sıkıp sonunu görmek isteyebilirim ama şimdilik diziyi bırakıyorum.

 

 

Hangi Filmleri İzledim?

Bu ay izlemiş olduğum filmlerin birkaç tanesi güncel 2017 filmiydi ki bu filmlerin sayısı önümüzdeki aydan itibaren artmaya başlayacaktır. Güncel filmler dışındaki filmlerin çoğunluğunu ise şu sıralar vizyonda epey ses getiren Baby Driver filminin yönetmeni Edgar Wright filmleri oldu. Baby Driver’ı izlemeden önce yönetmenin tüm filmlerini izlemek istedim. Zaten hepsi izlemek istediğim ama bir türlü izleyemediğim filmlerdenmiş. Bugüne kadar dördünü de izlememiş olmam da ilginçmiş aslında. Neyse filmlere geçelim…

Güncel Filmler

Dangal: Hint sinemasının göz bebeği Aamir Khan yine turnayı gözünden vurdu. Hindistan’da gişe rekoru kıran iki küçük kadın güreşçinin ve babalarının hikayesini ben de genel anlamda beğendim. Yorumum 1-2 gün içerisinde blogda olacak.

Life: Güçlü kadrosuyla dikkat çeken, Alien filmlerine benzer tarzda bir gişe filmiydi. Ben pek sevmedim ama türü sevenleri ikna edebilir. Detaylı yorumum şurada.

Okja: Netflix’in bugüne kadar belki de en çok ses getiren filmi olmaya aday olan, hayranı çok olan Güney Koreli yönetmen Joon-ho Bong’un son filmi. Aksiyon, komedi gibi türler arasında ilginç bir şekilde gezen ve abartılı oyunculuklarının rahatsız ettiği filmi sevemedim. Detaylı yorumum önümüzdeki hafta içerisinde blogda olacak…

Edgar Wright Filmleri

Shaun of the Dead (2004)

Yönetmenin ilk filmi olan bu film, aynı zamanda Baby Driver’a kadar olan süreçteki en iyi olma özelliğini taşıyor. Bir zombi komedisi olan film, hem zombi aksiyonuyla hem de absürt komedi anlayışıyla eğlendiriyor. Bu zamana kadar izlememiş olmam ayıptı, siz de bu ayıbı paylaşıyorsanız bir an önce izleyin derim.

8/10


Hot Fuzz (2007)

İdealist ve mesleğinde haddinden de fazla başarılı bir polisin küçük bir İngiliz köyüne sürgün edilmesini anlatan film, yine Edgar Wright ve Simon Pegg’in mizah anlayışından eserler sunsa da bir önceki filmin her manada gerisinde kalıyor. Gizemli olmaya çalışan konusunu pek sevmemiş olmam sanırım bu düşüncemde temel etken. Yine de gayet izlenebilir bir film.

6.5/10


Scott Pilgrim vs. the World (2010)

Yönetmenin ilk dört filmi arasında açık ara en farklı olanı. Aslında sadece kendi filmleri içinde değil sinemada da genel anlamda eşi benzerini göremeyeceğimiz tarzda bir film bu. Bir müzik grubunda yer alan genç Scott Pilgrim’in aşık olduğu kızı elde edebilmesi için 7 kötü eski sevgilisini yenmesi gerekmektedir. Hem de baya Street Fighter tarzı dövüşmeli bir şekilde. Başrolünde Arrested  Development’tan beri sevdiğim Michael Cera’yı bulunduran filmin kadın oyuncu kadrosu ise muhteşem. Mary Elizabeth Winstead, Anna Kendrick, Brie Larson, Alison Pill, Aubrey Plaza… Film eğlenceli ama fantastikliğin uç boyutlara ulaşması ve konunun tekrar eder hale gelmeye başlaması biraz can sıkıcı. Fakat böyle farklı denemelere cesaret eden yönetmenler övgüyü hak ediyor.

6.5/10


The World’s End (2013)

Shaun of the Dead’in izinden giden bir film olması yönüyle beklentim büyüktü ama ne yazık ki hayal kırıklığına dönüştü. Yıllar sonra bir araya gelen beş arkadaş kendilerini robot istilasında buluyorlar. Zombi olayını çok iyi kotaran Edgar Wright, robotlarda çuvallamış. Aksiyonu keyifli değildi daha da önemlisi komedi yönü çok zayıftı. Her anlamda yönetmenin en zayıf işi, hem de açık ara…

4/10

Diğer Filmler

Hunger (2008)

12 Years a Slave ile Oscar’a uzanan Steve McQueen’i ünlü eden ilk film ve çok övülen bir film olsa da bir türlü elimin gitmediği bir filmdi. Önsezilerimde yanılmamışım, gerçekten bana hiç hitap etmeyen bir film buldum karşımda. Konusunu İrlanda’daki bir hapishane isyanından alan Hunger, içerik olarak çok şey olmaya çalışmış ama hiçbir şey olamamış bir film. Karakterler yüzeysel ve empati kurulmaktan uzak nitelikte. Steve McQueen’in bazı çekimleri hoşuma gitse de genel olarak film, sanat filmi olmak için gereksiz yere fazlaca çabalanmış hissiyatı yaratıyor. Film kötü olsa da McQueen’in her filminde bir öncekinin epey üstüne çıkması ise yönetmenin geleceğinden umutlu olmak için sebep.

4/10


The Kids Are All Right (2010)

2011 Oscarlarının en iyi film adayları arasındaki izlemediğim tek film olması nedeniyle uzun süredir izlemek istediğim ve birkaç kez talihsizlikler nedeniyle izleyemediğim bir filmdi. Nihayet geçen ay içerisinde izleme fırsatı bulabildim. İki çocuk ve eşcinsel iki anneden oluşan bir ailenin hayatının çocukların biyolojik babalarını bulmasıyla değişimini anlatan filmi genel olarak gayet başarılı buldum. Konu çok iddialı olmasa da ilgi çekiciydi ve yönetmen Lisa Cholodenko oldukça iyi iş çıkarmış. Oyuncu kadrosunda Oscar adayı olan Annette Bening ve Mark Ruffalo’dan ziyade ben Julianne Moore’u beğendim. Bence Oscar adayı olamaması talihsizlik olmuş. Mia Wasikowska’yı izlemek de her zamanki gibi keyifti. Çok beklentiye girmeden izlenebilecek hoş bir film.

7/10


Shakespeare in Love (1998)

Son yirmi yıl içinde en iyi film Oscar’ını kazanan filmlerden izlemediğim tek filmdi  ve nihayet izlemiş bulundum. Shakespeare’in ünlü oyunlarından birini bir kadından etkilenerek yazışını konu alan film biraz atanamamış Amadeus hissiyatı yaratsa da hiç fena değil aslında ama insan en iyi film Oscar’ı dahil 7 Oscar kazanmış bir filmden, üstelik bu ödülü Saving Private Ryan ve Life is Beautiful gibi filmlerin elinden almış bir filmden çok daha fazlasını bekliyor. Bir de tabii insan Shakespeare gibi önemli bir şahsiyetin daha nitelikli bir filmde konu alınmasını bekliyor. Yani çok daha iyi olabilecekken yeterince iyi olamamış bir filmden bahsediyoruz.

7/10


What Ever Happened to Baby Jane? (1962)

Feud’u izledikten sonra Joan Crawford ve Bette Davis’in karşılıklı döktürdükleri bu filmi izlememek olmazdı. Biri çocukken yıldız olup sonradan unutulan, diğeri küçükken sönük olmasına karşın büyük bir film yıldızı olan iki kız kardeşin gerilim dolu hikayesi çekildiği dönemin en iyi filmlerinden biriymiş. Bu arada film tam da Hitchcock’un yönetimine layık bir filmmiş, onun filmografisine çok uygun olabilirmiş ve aslında film kendisine teklif de edilmiş. Belli ki usta iki kaprisli yıldızla uğraşmaktansa o yıllarda kendisinin en ünlü filmlerinden biri olan The Birds’ü yapmayı tercih etmiş. Bu ay izlediğim en iyi film olan bu klasik, izleryazar Top 250 Film listeme de 99. sıradan giriş yapmayı başardı.

9/10

Gelecek ay yeni dizi ve filmlerle görüşmek üzere…

2 Yorum

Yorum Yazın

Email adresiniz yayınlanmayacak.