Hard Truths (2024)
Son iki filmiyle kendi tarzının dışında işler üreten İngiliz yönetmen Mike Leigh, yeniden iyi bildiği sulara geri döndü. Hem de çok iyi bir filmle… Pansy (Marianne Jean-Baptiste), kız kardeşini (Michele Austin) kısmen hariç tutacak olursak herkese karşı son derece öfkeli bir kadındır. Tesisatçı eşi Curtley (David Webber) ve 20’li yaşlarındaki işsiz oğlu Moses (Tuwaine Barrett) da dahil olmak üzere herkese olabildiğince aksi şekilde davranan Pansy ve ailesinin hikayesini izliyoruz filmde… Hard Truths, iletişimsizliğin bir insanı ve çevresindekileri nasıl tüketebileceğini çok çarpıcı şekilde gösteren güçlü bir film. Pansy üzerinden çizilen karakter portresi şahane. Bu başarıda hem yönetmenin hem de filmin başrolü Marianne Jean-Baptiste’in payı yüksek. Muhtemelen kendisini Oscar adayları arasında da göreceğiz ki görmeliyiz de… Aslında son derece duygusal ve ağır bir konuya sahip olan film, buna karşın pek çok anında izleyiciye kahkahalarla güldürecek kadar da komik. Yılın en başarılı filmlerinden biri, fırsat bulunca kaçırmamalısınız…
Vermiglio (2024)
İlk gösterimini yaptığı Venedik Film Festivali’nden en prestijli ikinci ödül olan büyük jüri ödülüyle ayrılan Vermiglio, İtalya’nın Oscar’da da temsilcisi oldu. Henüz üçüncü filmini yöneten Maura Delpero imzalı film, İkinci Dünya Savaşı esnasında küçük bir İtalyan köyündeki savaşın etkisindeki bir aileyi kendisine konu edinmiş… Vermiglio’da yönetmen, izleyiciye o dönemin İtalyan köyü hissiyatını geçirmeyi iyi başarmış. Prodüksiyondaki ince detaylar filmi değerli kılan temel unsura dönüşmüş… Buna karşın film beklentimin epey altında kaldı. Temel sebep ise senaryonun yeterince sürükleyici ve ilgi çekici olamaması. Film, bir anda üzerimize çok fazla karakter fırlatıyor fakat onları özümsememiz için yeterli fırsat tanımıyor. Savaşın siviller üzerindeki etkilerine dair daha önce çokça film yapıldı ve bu filmin diğerlerinden ayırt edici pek fazla yönü olduğunu söylemek zor. Sürpriz noktası ve çocuk karakterlerinin sempatikliğiyle yükselmiş birkaç komik sahne dışında film, tekdüze şekilde ilerliyor. Yine de bahsettiğim pozitif yönleri nedeniyle izlediğime pişman olmadığım bir film oldu…
Anora (2024)
Bu yılki Cannes Film Festivali’nin Altın Palmiye kazananı Sean Baker’ın en yeni filmi Anora oldu. Bu zafer, aynı zamanda 2011’den bu yana ilk kez bir Amerikan filminin ödülü kazanması demekti. Parasite’ın çifte zaferiyle birlikte Oscar ve Cannes hiç olmadığı kadar birbiriyle örtüşmeye başlamışken aynı başarının ikincisi için de şu sıralar olasılıklar yüksek gözüküyor… Her ne kadar yönetmenin önceki işlerinin hayranı olmasam da son filmi Red Rocket’ın en sevdiğim filmi oluşunun verdiği iyimserlikle film hakkında epey heyecanlıydım ve beklentilerim bir hayli yüksekti. Sonuç ise beklentilerimin de çok çok üstü oldu… Ani (Mikey Madison), New York’ta bir gece kulübünde kucak dansı ile geçimini kazanan bir genç kızdır. Az biraz bildiği Rusçası sayesinde ultra zengin bir Rus müşterinin ilgisini çeker. Başına talih kuşu konan genç için her şey o kadar mükemmel gitmeyecektir… Anora, inanılmaz bir tempoya sahip çılgın bir film. Uzun süresine rağmen baştan sona filmdeki aksiyon bir an olsun hız kesmiyor. Olayların ilgi çekiciliği bir yana filmin mizah duygusu çok kuvvetli. Sinemada bu kadar eğlenip bu kadar çok güldüğüm bir filmi en son ne zaman izlemiştim hatırlamıyorum. Tüm zamanların en iyileri arasında anılabilecek seviyede bir deneyimden bahsediyorum… Filmin başarısında başrolü Mikey Madison’ın performansının payı inkar edilemez. Kendisi Oscar’ın şu anki favorisi durumunda ki muhtemelen benim de desteklediğim kişi olacak… Film de Oscar’da büyük ödülün favorisi. Tek endişem Hollywood’da çıplaklığın neredeyse sıfırlandığı bir ortamda çok yüksek çıplaklık içeren bir filme büyük ödülü vermek istememe ihtimalleri. Poor Things’in başına gelenin tekrarı yani… Tabii Poor Things biraz izleyiciyi bölen bir filmdi, Anora’da o bölünmenin pek yaşanacağını sanmıyorum. Sinemaya gönül vermiş hemen herkesin kalbini çok kolay çalabilecek bir sinema harikası…
Saturday Night (2024)
Amerikan televizyonlarını yakından takip eden hemen herkes Saturday Night Live’ın ününü duymuş olsa gerek. 1975 yılında başlayıp bu yıl 50. sezonunu kutlayan skeç programı, televizyon dünyasına sayısız ünlü kazandırdı. 95 Emmy kazanan program, yüzlerce adaylık elde etti. Böylesine efsane bir programdan film çıkarma fikri ise aslında SNL kökenli bir isim olmayan ve programla ilgi seviyesi düşük bir yönetmen olan Jason Reitman’dan geldi… Jason Reitman, çok sevdiğim bir yönetmen olsa da son dönemde farklı tarzlar deneyen ve bunda pek de başarılı olmayan bir isim. Saturday Night da yönetmenin filmografisinde epey ayrıksı bir yer edinecek gibi duruyor. Efsane programın 1975 yılındaki ilk gecenin perde arkasında yaşananları aktaran film, izlediğim en kaotik şeylerden biriydi. Pek çok olumsuzluğa karşın ortaya güçlü bir televizyon şovu ortaya koymaya çalışan Lorne Michaels’ın (Gabriel LaBelle) etrafında gelişen olaylar izleyici için bile epey yorucu. Filmin hem müziği hem çekimleri izleyiciye o stresli atmosferi birebir yaşatmak üzerine kurulmuş. Bunda da başarılı olunmuş. Fakat bunun çok da sevdiğim bir film tarzı olduğunu söyleyemem. Günlük hayatın stresi yeterliyken ekstra stres çok da ihtiyacımız olan bir şey değil gibi? Hikayenin mutlu sonla biteceğini bildiğimiz için merak unsuru da sıfıra yakın. Filmlerde çok fazla karakterin genellikle olumsuzluğa dönüşmesi burada da yaşanmış. Teknik başarı ve oyunculuklar takdir edilesi, özgün bir sinema deneyimi ama daha fazlası da değil…