Netflix önderliğindeki dijital yayın platformlarının kullanım oranları her geçen gün artarken klasik televizyonculuk ise gittikçe sonuna doğru yaklaşıyor. Amerikan ulusal kanallarının izlenme oranları gün geçtikçe erimeye devam ederken ayakta kalabilen ve ciddi izleyici kitlesine ulaşan ender dizilerden biri de NBC’nin eşsiz aile draması This Is Us… Son yılların en çok izlenen draması olmanın yanı sıra çok sayıda Emmy ödülü, adaylığı da kazanan This Is Us’ta dördüncü sezon da geride kaldı…
Her sezonu 40 dakikalık 18 bölümden oluşan dizi, ilk iki sezonuyla muhteşem bir başlangıç yaptıktan sonra üçüncü sezonuyla ciddi bir düşüşe geçmişti ve geleceği için de endişelendirmişti. Neyse ki endişelerim boşa çıktı ve dizi dördüncü sezonuyla birlikte yeniden yükselişe geçmeyi başardı. Sezonun ilk bölümlerinde biraz durgun ilerlese de sezon sonuna doğru gittikçe çıtayı giderek yükseltti ve en iyi zamanlarına geri dönerek en iyi bölümlerinden bazılarıyla karşımıza çıkmayı başardı…
Aynı yaştaki üç çocuk sahibi Pearson ailesinin farklı zaman dilimlerindeki hikayelerini anlatan dizi, zor ve karmaşık bir işleyişten mükemmel bir aile draması çıkarmaya devam ediyor. Açıkçası üçüncü sezonda dizinin hikayesinin yavaş yavaş tükenmeye başladığını düşünmeye başlamıştım. Geride bıraktığımız dördüncü sezonda ise hikaye pek çok yeni karakterle ve yeni zaman dilimleriyle genişledi. Hem yeni zaman dilimleri hem de yeni karakterler ilgiyi canlı tutmaya ciddi anlamda yardımcı oldu. Tabii iyice artan farklı zaman dilimleri ve karakterlerin kontrolünü sağlamak da çok kolay değil. Fakat dizi şu ana kadar bunu mükemmel şekilde başarıyor ve hemen her bölüm muhteşem kurgularla bunları çok iyi sentezliyor…
Yazının devamında biraz karakterlerin bu sezon başına gelenlerle ilgili yorumlarımdan bahsetmek istiyorum. Tat kaçırıcı bilgi vermekten her zamanki gibi kaçınacak olsam da aşırı hassas izleyicilerin dördüncü sezonu izlemeden önce okumamasını tavsiye ediyorum!
Dizinin ikinci sezonunda Jack (Milo Ventimiglia) ile ilgili büyük bir sır perdesinin kalkmasıyla birlikte dizinin akışında önemli pay sahibi zaman dilimlerinden birinde Jack’i kaybetmiştik. Tabii Jack, dizi için çok önemli karakter ve senaristler bu boşluğu doldurmak adına Vietnam hikayelerine ağırlık vermişti. Fakat ne yazık ki Vietnam hikayeleri dizinin üçüncü sezonki zayıf yanlarından birini oluşturdu. Bu sezon ise o kısmı tamamen dışarıda tutarak Rebecca (Mandy Moore) ile ilk tanıştıkları dönemlere ağırlık verdiler ve karakterin hikayelerini ilgi çekici olarak sürdürmeyi başardılar. Jack ile ilgili en etkileyici kısımlar ise sezonun en iyi bölümü olan 14. bölümde ve sezon finalinden bir önceki bölüm olan 17. bölümde geldi. Özellikle 17. bölümde izleyicinin asla izleyemeyeceğini düşündüğü ve çok görmek isteyeceği bir birlikteliği çok iyi bir yolla sunmuşlar…
Dizinin en çok farklı zaman diliminde yer alan karakteri olan Rebecca’nın buna karşın günümüzdeki hikayesi pek ilgi çekici değildi. Bu sezon ortaya çıkan hastalık, Rebecca’nın günümüz hikayesini de ilgi çekici bir hale getirdi. Bu hikaye, Kevin ve Randall’ın hikayelerinin zenginleşmesine de ciddi katkı sundu…
Üç kardeş arasında en geniş hikayeye sahip olanı şüphesiz bu sezon da Randall (Sterling K. Brown) idi. Özellikle sezon sonuna doğru kontrol hastalığıyla ilgili ortaya çıkan durumlar bir hayli ilgi çekiciydi… Öte yandan Randall’ın evlat edindiği kızı Deja (Lyric Ross) da yine hikayesinde önemli yer tuttu. Açıkçası önceki sezonlarda Deja ile ilgili kısımları çoğu zaman pek sevememiştim. Bu sezon ise yeni erkek arkadaşıyla olan hikayesini hiç fena bulmadım. Her ne kadar arkadaşını oynayan karakteri son derece itici bulsam da… Bununla birlikte Deja’ya cömertçe ayrılan sürenin Tess ve Annie’ye hiç ayrılmaması, Deja’nın onlarla ilişkilerine neredeyse hiç yer verilmemesi dizinin nadir eksilerinden biri bana kalırsa…
Kate’in (Chrissy Metz) hikayesi üç kardeş arasında en az ilgimi çekeni daha doğrusu fazla depresif bulduğum için izlemekten en az keyif aldığım… Özellikle annesiyle olan ilişkisi ve çocukluk dönemindeki problemleri önceki sezonlarda doyum noktasını geçmişti. Neyse ki bu sezon anne problemlerine pek değinilmedi, onun yerini gençliğindeki itici erkek arkadaşı aldı ki en azından ilgi çekici bir yere bağlanan bir hikayeydi… Günümüzdeki Kate’in Toby olan ilişkisinde küçük çalkantılar yaşandı ki bence tamamen gereksizdi. Küçük Jack bence Kate’in hikayesinin kurtarıcısı oldu. Sezon finalindeki sürpriz de bence harikaydı, malum zaman dilimini de severek takip ettim sezon boyunca…
Kardeşlerin hayatını rayına oturtmakta en çok zorlananı olan Kevin (Justin Hartley) bu sezonun ilk yarısını amcası Nicky (Griffin Dune) ile birlikte geçirdi. Geçen sezonki Vietnam hikayesini pek ilgi çekici bulmadığımı söylesem de Nicky karakterinin diziye katkısını önemsiyorum. Bu sezonki Kevin ve Nicky’nin sahnelerini izlemekten de epey keyif aldım. Cassidy rolüyle diziye katılan ünlü oyuncu Jennifer Morrison da bu kısımlara ciddi katkı sundu. Sezonun Kevin’a adanan bölümü olan 12. bölüm de oldukça başarılıydı. Bu bölümdeki Sophie (Alexandra Breckenridge) ile olan sahneler bir hayli dokunaklıydı. Sezon finaliyle birlikte Kevin’ın hikayesindeki gidişat da bir hayli merakta bıraktı…
Uzun lafın kısası This Is Us’ın dördüncü sezonu, düşüşe geçtiği üçüncü sezonun ardından yeniden şahlanışa geçme sezonu oldu. Özellikle sezonun ikinci yarısında pek çok efsane bölüme ev sahipliği yaptı. İzlerken pek çok duygu yaşatan, zamanın acımasızlığı yüze çarpan ve bununla birlikte ailenin önemini çok iyi anlatan dizi, insanda aile kurma isteği uyandırmayı sürdürüyor… Yazının başında bahsettiğim yüksek reytingleri sayesinde dizi daha üçüncü sezonu devam ederken altıncı sezon onayını almıştı. Yani This Is Us, en az iki sezon daha bizlerle. Umarım altıncı sezon dizinin son sezonu olur ve dizi mükemmelliyetinden ödün vermeden ekran macerasını tamamlar…