Çağımızın en nevi şahsına münhasır yönetmenleri arasında yer alan ve geniş bir hayran kitlesi bulunan Wes Anderson’ın o geniş kitlesinin bir parçası olduğumu söyleyemem. Buna karşın yönetmenin en iyi iki filmi olduğunu düşündüğüm son iki filmi The Grand Budapest Hotel ve Isle of Dogs ile aramızdaki buzlar erimeye başlamıştı. Yıldızlar karması niteliğindeki onlarca ünlü oyuncunun yer aldığı The French Dispatch için de bu nedenle beklentim yüksekti. Fakat yönetmenin form düşüklüğüne geçişiyle birlikte aramızdaki mesafe de kendini yeniden belli etmeye başladı…

Arthur Howitzer (Bill Murray), The French Dispatch adlı derginin kurucusu ve editörlerinden biridir. Arthur’un ölümünün ardından derginin editörleri bir araya gelerek bir veda sayısı hazırlamaya başlarlar. Bu sayı, hem Arthur’a hem de yayın hayatını sonlandıracak derginin kendisine ait bir veda olacaktır…

Wes Anderson ile yıldızımın pek barışmamasının sebebi biçimciliği uğruna öykücülüğü çok geri plana atması. Biçim yönünden son derece yetenekli bir yönetmen olduğunu inkar etmek olanaksız. The French Dispatch’te de yönetmenlik resitali olarak görebileceğimiz pek çok şahane çekilmiş sahne var. Adeta kamerayla dans edermişçesine çektiği bazı sahneler hayranlık uyandırıcı… Fakat işin anlatıcılık tarafı maalesef vasat bile demenin çok zor olduğu seviyelerde…

Aslında The French Dispatch’in bir gazetecilik filmi olarak lanse ediliyor olması da beni biraz heyecanlandırmıştı. Doyurucu içeriği olan bir Wes Anderson filmi fikri kulağa hiç fena gelmiyordu. Fakat birbirinden bağımsız üç küçük hikaye ve onları hafiften bağlamaya çalışan bir genel hikayeden neredeyse hiçbiri iyi işlememiş. Sadece ilk hikaye diyebileceğimiz mahkum ressam hikayesini fena bulmayıp ilgiyle izledim, diğer iki hikayede ise sinematografi ve Alexander Desplat’ın bestelediği müzikleri dışında tutunacak dal bulmakta zorlandım…

Wes Anderson’ın filmlerine onlarca ünlü toplama çabası da artıdan çok eksiye dönüşmeye başlamış durumda. Elbette filmin her anında karşımıza yeni bir ünlü yıldız çıkma ihtimali heyecan verici, ancak karşımıza sürekli yeni karakter fışkırması ve bunların büyük çoğunluğunun hikayeye hiçbir katkı sunmayan önemsiz karakterler oluşu izleyicinin filmi takibini güçleştiriyor, hikayenin akıcılığını zedeliyor. Tabii filmde görmek için heyecanlandığımız bazı isimleri 1-2 dakika dahi görememenin yarattığı hayal kırıklığı da bir başka konu…

Oyunculuk performansları açısından benim filmdeki favorim Benicio Del Toro oldu. Zaten filmin en sevdiğim kısmı da kendisinin yer aldığı sahnelerdi. O sahnelerde ona eşlik eden Adrien Brody ve Léa Seydoux da oldukça iyilerdi… Frances McDormand ve Timothée Chalamet enteresan ikili olmuşlar. Bence Timothée Chalamet’yi bir süre biraz daha az görmeye ihtiyacımız var… Filmin en çok övgü alan isimlerinden Jeffrey Wright’ın performansını ilgi çekici bulmakla beraber kendi kısmını filmin en zayıf kısmı yapmaktan kurtaramadığını belirtmeliyim… Tilda Swinton, Owen Wilson, Bill Murray, Elisabeth Moss, Henry Winkler, Christoph Waltz, Saoirse Ronan, Liev Schreiber, Willem Dafoe, Edward Norton filmin ünlülerle bezenmiş kadrosundaki diğer isimler arasındalar. Fakat bazılarının rolünün gerçekten 5-10 saniye civarında olduğu konusunda tekrar uyarmalıyım…

Neticede The French Dispatch, Wes Anderson hayranlarının yine çok sevebileceği türden yönetmenin kendine has biçimciliğini sonuna kadar yansıtan bir yapım. Fakat içerik yönünden bakınca önemli ya da akıcı bir olay örgüsünden bahsetmenin zor olduğu, karakterlerinin derinliği zayıf, duygudan yoksun bir yapım. Ben bu nedenlerden dolayı filmi sevemesem de ender görülen tarzını sevenlerinin neden sevdiğini anlamak hiç zor değil…

The French Dispatch

5

Puan

5.0/10