Kendine özgü bir sinema oluşturma konusunda dünyanın en başarılı yönetmenlerinden biri şüphesiz Wes Anderson. Özellikle eşsiz görüntü yönetimiyle, simetri hastalığıyla rahatlıkla diğer filmlerden ayrılacak işlere imza atan Wes Anderson, The Grand Budapest Hotel ile kariyerinin zirvesini gördükten sonra Fantastic Mr. Fox’un ardından ikinci animasyonuna imza attı. Büyük yönetmenleri bu tip animasyon işlerinde pek görmeye alışkın olmasak da Wes Anderson’ın tarzını düşününce animasyon sevgisini anlamak zor değil. Animasyon, onun eşsiz tarzını kolayca sergileyebileceği bir alan kuşkusuz…

Isle of Dogs, diktatörlüğün hüküm sürdüğü Japonya’nın Megasaki kentinde Başkan Kobayashi’nin patlak veren köpek gribi sonrasında şehirdeki köpeklere savaş açarak onları bir çöplük adasına hapsetmesini konu alıyor. Başkan Kobayashi’nin yeğeni Atari’nin köpeğini bulmak için adaya gitmesiyle birlikte de olaylar gelişiyor…

Ülkemizde 1910’ların başında İstanbul’da yaşanan köpek katliamına benzer bir hikayeden yola çıkan film, aslında oldukça üzücü, yaralayıcı bir dramı ele alıyor. Fakat Wes Anderson bu konuyu yine kendi üslubuyla ve eğlence yönü çok daha ağır basan bir şekilde işlemeyi tercih ediyor. Hikayenin dramatik tarafını ise neredeyse tamamen göz ardı ediyor. Bu durum elbette tercih meselesi olarak yorumlanabilir ama filmin aktardığı mesajın etkinliği açısından biraz drama olmasını şahsen tercih ederdim.

Wes Anderson’ın tarzına hayran olsam da filmleriyle aramın çok iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. Her filmine “bu kez gerçekten seveceğim” umuduyla başlasam da genel olarak teknik olarak çok beğendiğim ama bir bütün olarak ortalama olan işler çıkıyor karşıma. Isle of Dogs için de bu durum devam etti. Wes Anderson’a dair sevdiğim her şey bu filmde de mevcut. Muhteşem görüntü yönetimi, klasikleşmiş simetrilik esasına dayanan çekimler, harika müzikler eşliğinde ritimi yüksek bir kurgu… Özellikle müzikler bu filmde kendisini fazlasıyla hissettirerek filmden kopmaya engel oluyor… Buna karşın Wes Anderson’ın iyi bir hikaye anlatıcı olamaması temel sorunu. Burada da yönetmenin teknik mükemmellik takıntısından hikaye ikinci plana atılmış ve yeterince iyi işlenememiş. Biraz önce de bahsettiğim drama yetersizliğinin yanı sıra olay örgüsünün yeterince iyi akmaması da yönetmenin önceki tüm filmlerinde olduğu gibi burada da mevcut…

Filmin artılarından birinin muhteşem seslendirme kadrosu olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Bryan Cranston’ın etkisi filmde net bir şekilde hissediliyor. Scarlett Johansson, Edward Norton, Bill Murray, Frances McDormand, Greta Gerwig, Harvey Keitel, F. Murray Abraham, Liev Schreiber, Tilda Swinton filmin diğer yıldızları arasındalar… Seslendirme demişken filmin ilginç dil tercihinden de bahsetmek gerek. Filmde Japonların konuştuğu sahnelerde altyazı kullanılmaması tercih edilmiş. Yani Japonların kendi aralarında konuştuğu sahnelerden bir şey anlamak mümkün değil. Sadece bazı kilit anlarda hikayeye dahil edilen simültane çeviri sayesinde olaylardan haberdar oluyoruz ki bana kalırsa bu tercih de bir hayli tuhaf olmuş. Japonların dediklerini anlayamamamız hikayenin etkileyiciliğine gölge düşüren unsurlardan olmuş.

Anlayacağınız Isle of Dogs’u genel anlamda sevsem de tam anlamıyla da bayıldığım bir film olmadı. Tıpkı diğer Wes Anderson filmleri gibi… Yönetmenin hayranları bu filmi de sevmekte hiç zorlanmayacaklardır çünkü biraz önce de bahsettiğim gibi yönetmene ait mükemmel olan her şey bu filmde de mükemmel şekilde mevcut…

Isle of Dogs

7

Puan

7.0/10

Yorum Yazın

Email adresiniz yayınlanmayacak.