İlk kez 2020’nin Sundance Film Festivali’nde gösterime girmesine karşın gösterimi 2021’e sarkan filmlerden biri de tiyatrodan sinemaya geçen İngiliz yönetmen Dominic Cooke imzalı The Courier oldu. Üst düzey örnekleri dışında pek sevemediğim casus filmlerinin en güncel örneklerinden biri olsa da çoğunluğu pozitif izleyici yorumları, kadrosundaki sevdiğim oyuncular ve de Sundance etiketi filme şans vermemi sağladı…
1960’lı yılların başlarında ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaş döneminin tam ortasındayız. Sovyetlerin sahip olduğu nükleer silahların tüm insanlığın sonunu getirebileceği endişesi Rus ajan Oleg Penkovsky’yi (Merab Ninidze) harekete geçirir. Oleg, bir mektupla Amerikan CIA ve İngiliz MI6 istihbarat ajanslarına ulaşmayı başarır. Bu ajansların planları ise bir iş adamı olan Greville Wynne’i (Benedict Cumberbatch) Rusya’ya sokarak onların ajanları olmasını sağlamaktır. Fakat ajan paranoyaklığının tüm dünyada, özellikle de Rusya’da had safhada olduğu yıllarda Wynne böyle bir riske girmek istememektedir…
Soğuk Savaş yılları şimdi uzaktan bakınca çok da mühim sonuçları olmayan bir olaymış gibi gözükse de aslında 3. Dünya Savaşı’nın kıyısından döndüğümüz çok önemli yıllarmış. Türkiye’nin de Amerika’ya sağladığı üs nedeniyle doğrudan içinde olduğu Küba Füze Krizi’nin çözülmesinin en önemli pay sahiplerinden ikisinin yaşadıklarını anlatan film, tarihin büyük adamları yazmasına rağmen tarihin yazılmasındaki asıl payın tarihin yazmadığı küçük adamların çabalarında gizli olduğu gerçeğini hatırlatıyor…
The Courier, dönemin atmosferini iyi yansıtan ve gerek oyunculuk performansları, gerekse görüntü kullanımıyla kaliteli bir iş. Buna karşın sunduğu seyir zevki ise ne yazık ki bir hayli zayıf. Her ne kadar filmdeki olaylar dünya için kritik öneme sahip olsa da filmi izlerken olayların bu denli önemli olduğunu hissedemiyoruz. Hikayedeki asıl büyük pay sahibi olan Rus ajanın basit bir yan karakter gibi kalması ve onun yerine İngiliz iş adamının yaşadıklarına odaklanmamız filmi büyük ölçüde sıradanlaştırıyor…
The Imitation Game’deki kendisine Oscar adaylığı getiren başarılı performansı sonrası yeterince iyi roller yakalayamayıp Marvel filmleriyle kasasını doldurma çabasındaki Benedict Cumberbatch, bu filmle ilk kez önemli bir rol yakalamış. Özellikle filmin ikinci kısmındaki performansı oldukça üst düzey. Muhtemelen film biraz daha iyi olabilse ödül döneminde bile adı anılabilirdi… Filmde ona eşlik eden ünlü isimlere oyunculuk anlamında çok iş düşmemiş. Rachel Brosnahan ve Jessie Buckley gibi son dönemde iyi çıkış yakalayan iki önemli kadın oyuncunun karakterleri yeterince derinleşemeyince kendilerini gösterebilecekleri sahneler çok kısıtlı kalmış…
Uzun lafın kısası The Courier, önemli bir konuyu merkezine alan ve olabildiğince gerçekçi bir işleyişe sahip bir casus filmi olmuş. Fakat aynı zamanda izleyici ilgisini çekmekte zorlanan, sinema açısından benzeri filmlerden pek de ayrılası bir yanı olmayan bir film olmuş. Muhtemelen ileride geri dönüp baktığımda hafızamda pek yer edememiş, tekrar da izlemeyi hiç düşünmeyeceğim filmlerden biri olarak kalacak…