Mart Crowley tarafından yazılan ve ilk kez 1968 yılında Broadway dışında daha küçük bir tiyatroda sahnelenen The Boys in the Band, 50 yıl sonra bu kez Broadway’e yükselen uyarlamasıyla Tony ödülü kazanıp adından söz ettirmişti. Ünlü tiyatro oyununun 1970 yılında çekilmiş ve günümüzdeki izleri giderek azalan bir de sinema filmi mevcutmuş. Şimdi de o filmin gösteriminin 50. yılında, aynı tiyatro oyununun ikinci sinema uyarlaması karşımızda…
1968 yılında New York’tayız. Muhafazakar sayılabilecek bir eşcinsel olan Michael (Jim Parsons), yakın bir arkadaşının doğum günü için 7 yakın eşcinsel arkadaşın bir araya geleceği bir parti organize eder. Partinin iki de sürpriz konuğu olacaktır. Bunlardan biri olan Alan (Brian Hutchison) heteroseksüel ve homofobik bir adamdır. Aynı zamanda Michael’ın okul yıllarından arkadaşıdır. Alan, hiç alışık olmadığı bir ortamda pek çok şeyi sorgularken arkadaş grubu da geçmişteki defterleri açarak kendileriyle yüzleşeceklerdir…
Eşcinsellerin günümüzde bile pek çok ülkede, pek çok konuda dezavantajlı oldukları bir gerçek. 1960’lı yıllarda ise Amerika’da bile eşcinseller büyük çoğunlukta kimliklerini saklamak durumunda kalıyorlarmış. The Boys in the Band’de de eşcinsellerin o dönemde yaşadıklarına, kendilerinin bile kimliklerini kabul edememelerine bir bakış imkanı sunulmuş. Fakat filmin çok iddialı söylemleri olduğunu söylemek zor. Film, meseleye dramatik yönlerinden yaklaşıp ajitasyon yapmaktan ziyade daha yumuşak bir anlatım tarzıyla yaklaşıp içerisinde çok hafif komedi esintileri de sunmayı tercih etmiş…
Neredeyse tamamı tek mekanda geçen filmde tiyatral hava buram buram hissediliyor. Mekan tercihinin geniş bir evden yana kullanılması ise izleyicinin ekran başında daralmasının önüne geçiyor. Filmin replik kalitesi de bir diğer artıları arasında… Filmin temel eksileri ise karakter bolluğu arasında çoğu karakterin vasıfsız kalıyor oluşu ve filmin büyük çoğunluğunun hakkında çok az şey bildiğimiz karakterlerin geçmişleri üzerinden ilerlemesi. Bunun yerine 1-2 karakter üzerine daha çok yoğunlaşılsa ve onların derinlikleri daha arttırılsa ortaya daha etkileyici ve daha sürükleyici bir film çıkabilirmiş. Bu haliyle film yer yer ilgi çekici olsa da bir bütün olarak ne yazık ki seyir zevki açısından tatmin edici olmaktan uzak bir görüntü çiziyor…
9 karakterden oluşan filmdeki tüm oyuncular gerçek hayatta da eşcinsel oyunculardan seçilmiş. Yapımcı olan Ryan Murphy’nin kadrodaki etkisi ciddi şekilde hissedilse de filmin yönetmen koltuğunda Broadway versiyonunun yönetmeni de olan Joe Mantello yer alıyor. Filmi izlememin ardındaki en temel motivasyon kaynağı elbette Jim Parsons’ın varlığıydı. The Big Bang Theory’deki performansına hayran olduğum oyuncu, dizinin ardından kendini tamamen dramatik rollere vererek efsanevi karakteri Sheldon Cooper’ı unutturmayı çalıştı. İki tane Ryan Murphy yapımıyla Emmy adayı olması bu yolda hiç de kötü gitmediğinin göstergeleriydi. Burada da, yine bir Ryan Murphy yapımında oldukça başarılı bir performans sunuyor. Hem filme enerji unsuru katıyor hem de gerekli yerlerde karakterin iç dünyasını az çok aktarabiliyor. Az çok diyorum çünkü senaryonun bu yönde daha fazla imkan tanıması halinde karakter ekrana daha iyi yansıtılabilirmiş… Geri kalan oyuncu kadrosu da öne çıkan bir isim görmesem de genel olarak başarılıydı…
Uzun lafın kısası The Boys in the Band’in neden 50 yıl sonra yeniden uyarlanan önemli bir tiyatro eseri olduğunu anlamış olsam da 2020 yapımı Netflix uyarlamasını çok sevdiğimi söyleyemem. Jim Parsons önderliğindeki başarılı oyuncu kadrosu, yer yer başarılı repliklerine ve ilgi çekici bir dönemi ele almasına karşın dağınık konusu, karakterlerin niceliklerinin niteliklerinden daha çok önemsenmesi filmin değerini ciddi zedelemiş. Film izlemeye ayrılan zaman açısından seçici olmanız gerekiyorsa es geçebileceğiniz bir film…