Anyone But You (2023)
Romantik komedi türünü canlandırmayı deneyenler arasına son dönemin yükselen yıldızı Sydney Sweeney de dahil oldu. Will Gluck yönetmenliğindeki Anyone But You, türün iyilerinden olmaktan uzakta olsa da eğlenceli anları bulunan bir seyirlik. Sydney Sweeney’yi türe yakıştırdım, Glenn Powell’ı fazla model buldum. Bir yerlerde hala bu türün çok iyileri arasına girebilecek yeni eserler yazacak senaristler olmalı. Onlar ortaya çıkana kadar arada sırada sevdiğimiz oyuncuların vasat denemeleriyle idare edeceğiz gibi gözüküyor…
The Zone of Interest (2023)
İkinci Dünya Savaşı ile ilgili o kadar çok film yapıldı ki türe gerçek anlamda yeni filmler sunabilmek her geçen gün daha zor hale geliyor. Under the Skin filmiyle tanıdığımız, uzun yıllardır yeni bir film üretmeyen Jonathan Glazer zoru başaranlara dahil oldu ve “The Zone of Interest” ile iki Oscar kazanmayı başardı. İkinci Dünya Savaşı esnasında insanlık dramı yaşanırken, yaşananların hemen yanı başında şahane bir hayat sürenlerin hikayesi konu olarak çok çarpıcı bir fikir. Fakat fikrin uygulama kısmından fikirden etkilendiğim kadar etkilendiğimi söyleyemem. Bu konudan çok çok daha etkileyici bir film çıkabilirdi…
All of Us Strangers (2023)
Şu ana kadarki yapımlarıyla aramızın pek iyi olmadığı yönetmenlerden Andrew Haigh’in son filmi, yılın en çok eleştirmen övgüsü kazanan filmlerinden oldu. Son dönemin iki gözde aktörü Andrew Scott ve Paul Mescal’ın başrolleri paylaşıp Claire Foy’un onlara eşlik etmesi de filmin popülerliğini çok kolaylaştırdı. Gerçekten de oldukça özgün bir hikayeyle karşımıza çıkmış yönetmen/senarist. Buna karşın akılda kalıcı bazı etkileyici sahnelerine rağmen bir bütün olarak ne yazık ki filmin beni çok etkisi altına alabildiğini söyleyemem. Doğrusu hikayenin de özgünlüğüne karşın çok da kuvvetli olmadığını düşünüyorum, en azından ben sevemedim. Yılın fazla abartılan filmlerinden biri demek yanlış olmaz…
Perfect Days (2023)
80’li yaşlarına merdiven dayayan Alman yönetmen Wim Wenders ile ilk tanışmam birkaç yıl önce yönetmenin en iyisi olarak gösterilen 1984 yapımı “Paris, Texas” ile oldu. Gerçek bir şaheser olan filmi çok geç izleyişim sonrası ne şanslıyım ki yönetmen çok uzun yıllardan sonra yeniden en üst düzeyde bir film daha sundu… Japonya’nın Oscar temsilcisi olarak adaylık kazanan Perfect Days, Tokyo’daki sıra dışı bir tuvalet temizlikçisinin günlük hayatını konu alıyor. Oldukça dingin bir tempodaki film, buna karşın izleyiciyi içine hapsetmeyi çok iyi biliyor. Ana karakterimiz Hirayama’nın hayatındaki her şeyi aşkla yapışı kendi hayat felsefemde de önemli yer tutan bu anlayışı yeniden pekiştirdi. Harika bir soundtrack’e sahip filmi tam puan seviyelerinden uzak tutan tek şey vurucu bir final eksikliğiydi bana kalırsa. Yine de yılın en iyi filmlerinden biri…
One Life (2023)
Savaşlarla ilgili -özellikle de İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili- çok fazla bireysel kahramanlık filmi izledik bugüne kadar. Muhtemelen bir yerlerde bu tarz filmler sık sık üretilmeye devam ediliyor. İlk kez uzun metraj film çeken İngiliz yönetmen James Hawes’in filmini ilgi çekici kılan ise ikinci Oscar’ını kısa süre önce kazanan formda bir Anthony Hopkins’i başrole ikna edebilmiş oluşuydu… Nazi işgalinde yüzlerce çocuğun hayatını kurtaran Nicky Winton, filmi yapılacak kadar büyük bir şahsiyetmiş. Hikayesinin gündeme geliş şekli de oldukça dokunaklı. Filmi izlemeye beni ikna eden Anthony Hopkins’in performansı da çok etkileyici, filmin en büyük artısı. (Helena Bonham Carter’ın da filmde önemli bir rolünün olduğunu not düşmek gerek.) Filmin sorunu ise birkaç sahne dışında “biz bunları daha önce izlemiştik” hissinden kendini pek kurtaramaması. Yine de Anthony Hopkins hatırına rahatlıkla şans verilebilir, verilmeli…