

The Four Seasons – 1. Sezon
30 Rock dizisiyle bolca Emmy ödülü kazandıktan sonra oyuncu & yazar olarak bir dizide karşımıza çıkmayan Tina Fey, uzun bir aradan sonra dönüşünü Netflix dizisi The Four Seasons ile yaptı. Alan Alda’nın aynı isimdeki 1981 yapımı pek de bilinmeyen filminden uyarlanan dizi, sekiz bölümlük ilk sezonu boyunca üç farklı çiftin dört farklı mevsimdeki buluşmalarını ele alıyor. Her iki bölümde bir mevsim değişiyor ve bambaşka mekanlarda karakterlerimiz farklı durumlarla karşı karşıya kalıyor… Konsept olarak The Four Seasons’ı epey sevdim. Tina Fey, Steve Carell, Will Forte gibi hali hazırda sevdiğim isimler diziyi sevmeyi kolaylaştırmışlar. Seyir zevki fena sayılmayacak bir yapım olsa da bir Tina Fey komedisinden beklenebilecek komedi yoğunluğu ise pek yok. Güldürmeyen ama yer yer gülümseten, yer yer duygulandıran bir dizi olduğu söylenebilir. Dizinin tek önemli eksisi ise Colman Domingo ve Marco Calvani’nin canlandırdıkları siyahi & İtalyan eşcinsel çifti. Hep dalga konusu olan Netflix’in aşırı politik doğrucu olma çabasının en bariz örneklerinden biri olmuş. Çift her şeyiyle bana yapay hissettirdi. Son iki yıldır Oscar’a aday olan Colman Domingo bu dizinin de tek Emmy adayı oyuncusu olmuş ki oyunculuğuna lafım yok, fakat keşke daha gerçek hissettiren bir çift kurgulansaymış…




Sirens – 1. Sezon
Netflix’in yakın dönem dizilerinden radarıma giren biri de Maid dizisinin yapımcısı Molly Smith Metzler imzalı Sirens oldu. Julianne Moore, Milly Alcock, Meghany Fahy, Kevin Bacon, Glenn Howerton gibi ilgi çekici kadrosu, renkli gözüken dünyası ve az bölümden oluşması diziye şans vermemi kolaylaştırdı. İlk bölüm itibarıyla aslında her şey güzel başladı ve dizinin tarikatımsı bir topluluk sayesinde sınıf atlayan kadın hikayesi ilgimi çekti. Alttan verilen gizem ve gerilim de diziye ilgimi canlı tutmayı sağladı. Fakat son bölümlerde dizinin ilgi çekiciliği yerini sıradanlığa bırakmaya başladı. Özellikle finaliyle vardığı nokta diziyi hayal kırıklığıyla tamamlamama neden oldu. Yine de düşük beklentiyle izlenebilecek fena sayılmayan bir mini dizi…




The Penguin – 1. Sezon
DC Comics evreninin en popüler kötü karakterlerinden biri olan Penguen’le ilk tanışmam 2014 yapımı Gotham dizisinde olmuştu. Burada en ilgi çekici karakterlerden biri olarak gördüğüm karakterin üst düzey bir HBO dizisinde ele alınması heyecan vericiydi. Diziyle ilgili iştah kabartıcı övgüler de diziye şans vermeyi zorunlu kıldı… Son derece kaliteli bir prodüksiyona sahip The Penguin’in en çarpıcı yanı tanınması imkansız hale gelen Colin Farrell performansıydı. Film olsaydı muhtemelen Oscar’a göz kırpardı ki Emmy ile yetinecek gibi duruyor… Ona eşlik eden Cristin Milioti’nin de pek ondan aşağı kalır yanı yoktu. How I Met Your Mother’ın diğer oyuncuları piyasadan neredeyse tamamen silinmişken kendisinin kariyerinin yükselişini keyifle takip ediyorum… Gotham dünyasını biliyorsanız dizinin ele aldığı temaları az çok kestiriyorsunuzdur. Penguen ise derinliği yüksek bir karakter ve çok ilgi çekici bir karakter. Gotham dünyasından kaliteli bir dizi istiyorsanız doğru adres burası…




Adolescence – 1. Sezon
Dört bölümlük bir Netflix mini dizisi olan Adolescence, 2024’ün ilk aylarına nasıl damgasını vurdu hiç anlamış değilim ama bir ara her yerde bu diziye dair bir şeyler görmek mümkündü. Şaşırtıcı bir başarı çünkü ana akıma hiç uymayan bir tarzı var dizinin. Her bir bölümünde çok ciddi bir suça karışmış çocuğun hikayesinin farklı yönlerini farklı karakterlerle takip ediyoruz ama bu takip son derece ağır şekilde gerçekleşiyor. Daha açık konuşmak gerekirse uyku getiren cinsten… Dizinin kalitesini inkar edecek değilim ama böyle çok da farklı şeyler söylemeyen bir yapıma dört saat ayırmak ciddi bir gereklilik mi tartışılır. En azından daha uzun olmamasıyla avunulabilir… Dizinin ayrıca yapımcılarından olan Stephen Graham’ın kariyer performansını sunduğunu, Erin Doherty’nin tek bölümlük performansını çok beğendiğimi de not düşmem lazım…




The Studio – 1. Sezon
Artık iyiden iyiye Amerikalılar komedi yapmayı unuttu, bir daha en üst düzey bir Amerikan komedisi izleyemeyeceğiz diye düşünmeye başlamıştım ki Seth Rogen yanına aldığı güçlü bir ekiple bambaşka bir şeyle çıkageldi… Matt Remick’in (Seth Rogen) Hollywood’daki ünlü bir film şirketinin başına geçmesiyle birlikte gelişen olayları izlediğimiz dizi, gerçekle iç içe bir kurguda geçiyor. Her bölüm film dünyasından farklı bir olaya odaklanılıyor ve ünlü isimler kendilerini oynayarak dizinin seyir zevkini zirveye çıkarıyorlar. Eğlenceli konular ve keyifli kadro bir yana teknik açıdan da dizi muhteşem. Apple TV+, tahminimce prodüksiyon anlamındaki en pahalı komedi dizilerinden birine imza atmış. Plan sekanslar şeklinde kurgulanan görüntü yönetimi, kurgu muazzam… Dizinin kurmaca karakterleri oynayan kadrosunda başroldeki Seth Rogen’ın yanısıra Ike Barinholtz, Chase Sui Wonders ve üç bölümlük şahane performansıyla Bryan Cranston öne çıkan isimler olmuşlar. Kendilerini oynayan yıldızlardan ise Martin Scorsese, Ron Howard, Zoe Kravitz, Steve Buscemi öne çıkanlar arasındalar ki onlarcası sayılabilir bu isimlerin yanında. Özellikle Martin Scorsese ve Ron Howard’ın buradaki performanslarıyla Emmy adayı oyuncular haline dönüşmeleri diziyi başlı başına değerli kılan bir ilginçlik oldu… The Studio, Amerikalıların hala iyi komedi yapabileceğine inandırdı beni. Son yıllardaki en iyi yeni Amerikan komedisi, uzak ara farkla…

