Netflix’in en popüler dizisi olma unvanını uzun süre kimselere kaptırmayacak gibi gözüken Stranger Things, geçtiğimiz yaz sekiz bölümlük üçüncü sezonuyla bir kez daha ekranlardaydı. Her ne kadar diziyi yaklaşık altı aylık gecikmeyle izlemiş olsam da, dizinin verdiği uzun aralar da eklenince bazı karakterlerin hikayelerini unutmaya başlasam da izlemekten yine keyif aldım, hatta önceki iki sezondan da daha çok sevdim…

Sezonu izlemeyi altı ay gibi uzun bir süre ertelememden de anlayabileceğiniz gibi Stranger Things’in azılı fanlarından biri değilim. 80’li yılların Alien serisi, Stephen King’in It’i, Stand by Me gibi farklı yapımlarından esintiler sunan ve kendi de 80’li yıllarda geçen dizinin konusunun beni çok çektiğini söyleyemem. Özellikle ilk sezondan sonra da zaten konunun ilgi çekiciliği giderek azalmaya başladı. Fakat Stranger Things’i bana sevdiren karakter zenginliği ve her birinin derinliği, oyunculuk performansları, A sınıfı prodüksiyon, yönetmenlik başarısı ve yaşattığı nostalji hissiyatıydı ki bunların her biri daha da iyileşerek devam ediyor…

Üçüncü sezon, bir önceki sezonun bir yıl sonrasında başlıyor. Hawkins’te gündem yeni kurulan bir alışveriş merkezi ve onun küçük esnaf üzerinde yarattığı olumsuz etkiler. Bununla birlikte kasabada tuhaflıklar yeniden baş gösteriyor ve bunlarla mücadele işi yine kahramanlarımıza düşüyor…

Stranger Things’in üçüncü sezonu aslında çok kısa bir zaman diliminde geçiyor. Karakterlerimiz 4-5 ayrı grup halinde hareket ediyorlar ve son bölümlere dek hikayeleri neredeyse birbirinden tamamen bağımsız ilerliyor. Örneğin Dustin, ekipteki diğer üyelerle sezon içerisinde neredeyse hiç bir araya gelmiyor… Ruslarla ilgili gizli kodlar ele geçiren Dustin, sezon içerisindeki vaktini yeni alışveriş merkezindeki bir dondurmacıda çalışan Steve ve dizinin yeni karakteri Robin ile geçiriyor. Robin’i canlandıran isim olarak ise Ethan Hawke – Uma Thurman ikilisinin kızı olan Maya Hawke karşımıza çıkıyor. Bu üçlüye daha sonradan Lucas’ın küçük kız kardeşi Erica da katılıyor. Her iki yeni karakterin de başarılı olup diziye yakıştıklarını söylemek mümkün. Özellikle küçük oyuncu Priah Ferguson çok iyi bir seçim olmuş. Bazen sinir bozucu olsa da sezona renk katmış…

Mike (Finn Wolfhard) ve Eleven (Millie Bobby Brown) ikilisi sezona abartılı aşklarıyla başlasalar da Hopper’ın (David Harbour) devreye girmesiyle işler değişiyor. Eleven ile diziye geçen sezon katılan Max (Sadie Sink) bir anda iyi bir ikili haline geliyorlar ki ikisinin sahnelerini izlemekten büyük keyif aldım. Diziye geçen sezon Max’in abisi olarak katılan Billy’nin (Dacre Montgomery) yaşadığı tuhaflıklar bu ekibin ana gündem maddesini oluşturdu…

Nancy (Natalia Dyer) ve Jonathan (Charlie Heaton) ise stajyerlik yaptıkları gazete için önemli bir haberin peşine düştüler. Nancy karakterini nihayet aşk işlerinden çekmiş olmaları çok isabetli bir karar olmuş. Sanırım dizinin başından beri Nancy’nin sahnelerini en çok sevdiğim sezon bu sezon oldu… Hopper ve Joyce (Winona Ryder) ikilisinin gündemini ise Joyce’un bulduğu manyetik tuhaflıklar oluşturdu. Hopper sayesinde bu sahneler de eğlenceli ve çoğu zaman komikti…

Stranger Things’i eğer mantık hatası arama gözüyle izlerseniz sezon içerisinde pek çoğunu bulmanız olası. Ana konunun artık çok ilgi çekici olmadığını söylemek de mümkün. Fakat karakterlere alıştıkça ben diziyi daha çok sevmeye devam ediyorum. Muhteşem çekimler, harika şarkı seçimleri, şahane prodüksiyon da bunda fazlaca etkili tabii ki. Back to the Future’u sinemada izleyenleri görmek gibi ek güzellikleri de…

Stranger Things 3. Sezon

7.5

Puan

7.5/10