Yorumlanmayı bekleyen birikmiş film yorumlarını “Kısa Kısa 2014 Filmleri” yazı dizisinde eritmeye devam ediyorum. Sanırım birkaç yazıdan sonra asıl yazmak istediğim filmlere daha fazla zaman ayırabilir hale geleceğim. Bugünkü yazıda ödül sezonu içinde bir şekilde kendine yer bulan fakat benim o kadar da beğenmediğim beş filmi ele alacağım. Haydi başlayalım…

The Babadook

Her ne kadar The Shining gibi çok sevdiğim örnekleri olsa da korku türü pek sevdiğim bir tür değildir ve kolay kolay da bu türden film izlemem. Fakat son dönemde adını sıkça duyduğum ve hiç beklenmeyecek kişilerden çok büyük övgüler alan The Babadook’u izlememek olmazdı.

Jennifer Kent imzalı The Babadook, yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olma özelliğini de taşıyor. Film, kocası ölmüş olan bir anne ve sinir bozucu çocuğu üzerine kurulmuş. Hemen hemen tüm korku filmi klişelerinden yararlanan The Babadook bana kalırsa türe hiçbir yeni şey getirmiyor. Doğrusu filmin neresinin neden övüldüğünü anlayabilmiş değilim.

Filmin bence tek önemli artısı başroldeki Essie Davis’in başarılı performansı. Onun dışında türü sevmeyenler için zaman kaybı…

5/10

The Babadook
The Babadook

St. Vincent

Bu yıla dair hayal kırıklıklarımdan biri St. Vincent oldu. Her şeyiyle oldukça sevimli duran filmin ödül dönemi içindeki daha ağır filmler arasında kendine ayrı bir yer edineceğini düşünüyordum ve seveceğimden neredeyse emindim. Fakat ne yazık ki St. Vincent beklentilerimin çok uzağında bir film çıktı.

Aslında yaşlı huysuz görünümlü adam hikayeleri benim zayıf noktalarımdan biridir. Bu konuyu işleyen yapımları genellikle bir şekilde sevmişimdir fakat ne yazık ki St. Vincent bu genellemenin dışındaki istisnalar arasına girdi. Filmin bana göre ana problemi senaryonun çok vasat olmasaydı. Hiçbir yeni şey getirmediği gibi karakterleri sevmesi de pek kolay değildi.

Bill Murray şüphesiz filmin en iyisi. İzlemeden önce Melissa McCarthy’yi başrol gibi önemli bir role sahip sanıyordum ama filmin sönük isimlerinden biri kendisi. Naomi Watts, McCarthy’ye göre daha ilgi çekici bir performansa sahip. Bu film için özel olarak öğrendiği Rus aksanı gayet başarılı olmuş. Fakat SAG adaylığı alınca doğrusu çok şaşırdım. O kadar da iyi olduğunu düşünmüyorum performansının.

Sonuç olarak St. Vincent yılın beklentileri karşılayamayan yapımlarından biri. Belki ben bu tarzda çok daha iyi filmler izlediğimden yetersiz bulmuşumdur, siz de filmi izleyerek şansınızı deneyebilirsiniz…

5/10

St. Vincent
St. Vincent

Ida

Yılın en çok nefret ettiğim yapımlarından birine geldi sıra. Öncelikle filmden neden nefret ettiğimi açıklayım. Ida, aslında çok kötü bir film değil küçük ama başarılı olduğu tarafları olan bir yapım fakat inanılmaz bir şekilde abartıldı ki yılın en çok ödül alan yabancı filmlerinden biri oldu. Oysa Polonya yapımı film bu ödüllerin pek çoğunu hak etmiyor ve ödülleri büyük ölçüde lobi faaliyetlerine borçlu. Son olarak Avrupa Film Ödüllerinde en iyi film ödülü dahil ne var ne yoksa silip süpüren Ida’dan nefret etmemek pek kolay değil anlayacağınız.

Film, 1960’lı yılların Polonya’sında yaşayan genç bir rahibedir ve Nazilerin istilası nedeniyle izlerini kaybettiği ailesine dair yıllar sonra yeni bilgiler keşfetmektedir. Aslında bence güzel bir çıkış noktasına sahip olan filmin ne yazık ki içi tamamen boş. Senaryo inanılmaz zayıf ve 80 dakika gibi çok kısa bir süresinin olmasına rağmen izlemesi çok kolay olmayan bir film.

Filmin en başarılı olduğu nokta görüntü yönetmenliği. Siyah beyaz olarak çekilen film gerçekten iyi görüntülere sahip. Bununla birlikte başroldeki oyuncular Agata Kulesza ve Agata Trzebuchowska gerçekten başarılılar. Fakat bunlar filmi kurtarmaya yetmiyor.

Film büyük ihtimalle Oscar dahil yarıştığı tüm büyük ödüllerde yabancı filmde en iyi film ödülünün sahibi olacak ve bu durum beni hiç ama hiç hoşnut etmeyecek…

5/10

Ida
Ida

The Double

Aslında hiç izlemeyi düşünmediğim bir yapımdı The Double fakat birçok yılın en iyi filmleri listesinde adını görünce es geçmek olmazdı.

Yılın ilginç senaryolarına sahip olan filmin başrolünde The Social Network’ten tanıdığımız Jesse Eisenberg yer alıyor. Filmin önemli artılarından biri de Mia Wasikowska. Doğrusu bu sezona kadar tanıdığım bir isim değildi Mia Wasikowska fakat bu yıl izlediğim her filmiyle kendisine biraz daha hayran kaldım.

The Double her ne kadar iyi bir senaryoya sahip olsa da bence yönetmen Richard Ayoade senaryoyu işlemede başarısız kalmış. Dostoyevski’nin eserinden esinlenerek hazırlanan film bence çok daha iyi olabilecekken harcanmış. Gerek yönetmenlik, gerek görüntü yönetmenliği gerekse kurgu yetersiz kalmış. Usta bir yönetmenin elinde başyapıt olabilecek konu harcanmış anlayacağınız. Yine de izlemeye değer bir film The Double.

6/10

The Double
The Double

The Homesman

Hollywood’un saygın oyuncularından biri olan Tommy Lee Jones yönetmenlik denemelerinden birini bu yıl yaptı. İlk olarak Cannes’da gösterime giren film beklenildiği kadar olumlu yorumlar alamasa da bir şekilde ödül sezonuna son sıralardan da olsa adını taşımayı başardı.

The Homesman, akli dengesi yerinde olmayan üç kadının naklini üstlenen Mary Bee (Hilary Swank) adlı cesur bir kadının yolculuğunu ele alıyor. Mary Bee’ye yolculukta ilginç bir şekilde yollarının kesiştiği George (Tommy Lee Jones) eşlik ediyor.

Aslında iyi bir çıkış noktasına sahip olan The Homesman’in problemi senaryosunun o kadar da iyi olmaması. Hele filmin içinde bir olay var ki bence yılın en yanlış senaryo hamlelerinden biri.

The Homesman’in güçlü yanı zengin oyuncu kadrosu. Başroldeki Oscarlı oyuncular Hilary Swank ve Tommy Lee Jones gayet iyi bir performans ortaya koymuşlar. Hilary Swank biliyorsunuz Oscar tahminlerinde de üst sıralarda yer alıyor. Bence de yılın iyi performanslarından biri kendisine ait ama şahsen ilk beşime girecek kadar da iyi değil. Meryl Streep, John Lithgow, William Fichtner, James Spader filmde az süre alan tanıdık yüzlerden bazıları.

Neticede The Homesman iyi sayılabilecek bir film ama keşke daha da iyi olabilseymiş.

6/10

Yorum Yazın

Email adresiniz yayınlanmayacak.