İlk iki filmi Whiplash ve La La Land ile rüya gibi bir kariyer açılışına imza atan genç yönetmen Damien Chazelle, üçüncü filmiyle şaşırtıcı bir kararla tarzının çok dışına çıkarak Steven Spielberg’ün yapımcıları arasında bulunduğu Neil Armstrong biyografisi First Man’le izleyici karşısına çıktı. Her ne kadar bugüne dek kayda değer bir Armstrong filmi yapılmamış olsa da eğer Chazelle yönetmeseydi böyle bir proje beni heyecanlandırır mıydı emin değilim ama söz konusu Chazelle olunca heyecanlanmamak elde değildi. Fakat First Man, ne yazık ki yüksek beklentileri karşılayamayan ve yönetmenin kariyerinde bir gerileme olarak nitelendirilebilecek bir film olarak karşımıza çıktı…
Filmin konusunu hepimiz daha ilkokul yıllarından az çok biliyoruz. Amerika ve Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş yıllarında her alanda kıyasıya rekabet ederken Sovyetler Birliği uzay alanında Amerika’nın önüne geçmeye başlamıştır. Fakat en büyük golü Amerika atarak Apollo 11 projesiyle aya ilk insanı çıkaracaktır. Bu ilk insan da Neil Armstrong’dan başkası değildir…
Damien Chazelle, ilk iki filmiyle de başarıyı odak noktası olarak görmüş ve başarıya ulaşma yönünde ilerleyen farklı insanları çok farklı açılardan ve son derece etkileyici şekillerde ele almıştı. Aya çıkışı da insanlığın ulaştığı en büyük başarılardan biri olarak görecek olursak Chazelle’den yine başarma hırsını öne çıkaran ateşleyici bir film bekliyordum. Fakat film, yönetmenin ilk iki filminin aksine başarı hırsının üzerinde çok da durmamış. Bunun yerine Armstrong’un hislerine odaklanmış ve filmin drama yönünü ön planda tutmuş…
First Man’in dramayı ön planda tutma tercihiyle ilgili pek bir problemim olmayabilirdi. Fakat sorun şu ki bu dramayı da tam anlamıyla başaramamış. Bunda da temel etken Neil Armstrong’un dışarıdan duygusuz olarak nitelendirilebilecek, duygularını açığa vurmayan biri olması. Film boyunca Armstrong’un asık suratıyla oradan oraya koşturmasını izliyoruz. Hem özel hayatında hem de ay yolunda pek çok zorluk ve üzücü olay da yaşıyor Armstrong ama bunlar onun hislerini dışa vurmasını sağlamıyor. Hislerini dışarı vurmayan bir adamın hikayesini drama üzerinden anlatmak da bana çok doğru bir seçim gibi gelmedi açıkçası…
First Man ile ilgili benim en büyük problemim 141 dakikalık süresiyle oldu. Normalde bu tarz bir biyografi için ideal olarak görülebilir belki ama First Man’in hikayesi o kadar uzunluğu kaldırabilecek yoğunlukta değildi. 90 dakikaya rahatlıkla sığdırılabilecek bir konu, son derece ağır bir işleyişle yayıla yayıla 141 dakikaya kadar çıkarılmış ki bence filmin en yanlış tercihlerinden biri de buydu…
Yazının başından beri filmin olumsuz özelliklerini sıralayarak can sıkmış olabilirim, ancak tablo tamamen olumsuz da değil tabii. Kötü bir filmden değil, çok yüksek beklentileri karşılayamamış eli yüzü düzgün bir biyografiden bahsediyoruz. Film, prodüksiyon anlamında oldukça başarılıydı. Aya çıkış sahnesi ve yaratılan ay atmosferi son derece başarılıydı. Aya çıkışa dair detaylar, o dönem bu projeye “Whitey on the Moon” eşliğindeki tepkiler filmin önemli artılarındandı. Drama tercihini eleştirsem de dramanın gerçekten çalıştığı ve duygu yoğunluğunun çok yüksek yaşandığı bazı sahneler de yok değildi. Ve en önemlisi yönetmenin önceki iki filminde de çalıştığı Justin Hurwitz’in hazırladığı müzikler muhteşemdi. Özellikle finaldeki “Quarantine” alıp götürdü, inanılmaz bir etki bıraktı…
Amerika’da filmin en çok tartışma yaratan konusu Ay üzerinde Amerikan bayrağının dikilişinin gösterilmemesi oldu. Koyu milliyetçiler bu konuyu çok eleştirirken Chazelle, Ay’a çıkışı Amerika’nın başarısı değil insanlığın başarısı olarak göstermek istediği için böyle bir karar aldığını açıklamıştı. Bu açıklamayı çok beğensem de filmin içerisinde Amerika’nın başarısı olarak gösteren birçok şey de olduğunu söylemem gerek. Chazelle’in kararı çok doğru olsa da, milliyetçilerin tepkisi son derece anlamsız olmuş…
Filmin başrolünde yönetmenin La La Land’de de birlikte çalıştığı Ryan Gosling, kariyerinin önemli performanslarından birini koyuyor. Fakat performansını sevip sevmeme konusunda kararsız kaldım. Neil Armstrong söylenenlere göre gerçekten duygusuz bir adammış ve Ryan Gosling gerçeğe uygun bir Armstrong portresi ortaya koymuş. Fakat bu durum Gosling’in kendisini göstermesinin önüne geçmiş. Mesela çocuklarla bir konuşma sahnesi vardı ki filmin bana kalırsa en duygusal sahnesi olmaya aday bir sahneydi. Fakat Gosling o kadar duygusuz tavırlar sergiliyor ki sahnenin ruhsuzluğu sinir bozucu hale geliyor… Öte yandan Claire Foy’un Janet Armstrong performansı kusursuza yakındı. Oscar’da adaylığına kesin gözle bakmakla birlikte ödülü almasının dahi benim için çok şaşırtıcı olmayacağını söyleyebilirim… Filmde Jason Clarke, Kyle Chandler, Corey Stoll, Shea Whigham gibi ünlü isimler yer alsa da Gosling ve Foy dışındaki oyuncuların karakterleri çok geri plan olarak kalmış ve oyunculara performans alanı doğmamış…
Uzun lafın kısası First Man, Whiplash ve La La Land’den sonra arşa çıkan Damien Chazelle beklentilerini karşılayamayan bir film. Pek çok eksik yönü olmasına karşın güçlü ve ilgi çekici konusunun da katkılarıyla eli yüzü düzgün ve izlenilebilir bir film. Fakat beklentileri düşürüp Chazelle filminden ziyade ağır işleyişli bir biyografi beklentisiyle izlemeniz faydalı olacaktır…
Yorum Yazın