The Room Next Door (2024)

İspanyol sinemasının dünya sinemasına kazandırdığı en önemli yönetmenlerin başında gelen Pedro Almodovar, yıllar yıllar sonra kariyerinin ilk İngilizce filmiyle karşımıza çıktı. Filmin başrollerine de Julianne Moore ve Tilda Swinton gibi ödül canavarı iki kadın oyuncu eklenince bol ödül kokusu buram buram duyulmaya başlandı. Pek çok ünlü yönetmenin kendi dilleri dışına çıktıklarında büyük çuvallaması ise filmin tek korkutucu yanıydı. Neyse ki bu durumun Almodovar için yaşanmadığı kısa sürede anlaşıldı ve film, ilk gösterimini yaptığı Venedik Film Festivali’nden en prestijli ödül olan Altın Aslan’ı kaptı geldi… The Room Next Door, ölümün kıyısındaki bir kadın olan Martha’nın (Tilda Swinton) yıllar sonra buluştuğu yakın arkadaşı Ingrid’den (Julianne Moore) zorlu bir istekte bulunmasıyla gelişen olayları konu ediniyor. Sigrid Nunez’in ödüllü romanından uyarlanan film, oldukça çarpıcı bir konuya sahip. Dil ve ülke değişimi Almodovar filmi havasından bir nebze uzaklaştırsa da renk kullanımı, özenli prodüksiyon ve birbirinden entelektüel karakterler kimin filmini izlediğimizi unutmamıza izin vermiyor… Son derece ağır bir konusu olmasına karşın yer yer komedi unsurları da barındıran, hatta kahkahalar attıran filmi sevdim. Fakat konunun dramatik tarafı çok daha yüksek potansiyel sahibiyken sanki tam layığını bulamamış. Ödül çevrelerince biraz abartılan bir oyuncu olduğuna inandığım Tilda Swinton, kariyerinin en iyi performanslarından birini sergilemiş. İkinci Oscar adaylığını alma ihtimali bana kalırsa yüksek, fakat diğer adayları da izlemek gerek. Julianne Moore da alıştığımız kaliteli performanslarından birini sergilemiş… The Room Next Door, daha da iyi olma fırsatını kaçıran bir film olsa da yılın iyilerinden…

The Room Next Door
8.0

The Count of Monte-Cristo (2024)

Edebiyat tarihinin en ünlü eserleri arasında adı anılabilecek The Count of Monte-Cristo, daha önce de pek çok kez sinema ve televizyona uyarlanmış. Doğrusu daha önce ne kitabı okudum ne de geçmiş uyarlamaları izledim. Eserle ilgili bildiğim tek şey, Ezel’in esinlendiği yapım olduğuydu (ki esinlenmenin epey ötesindeymiş)… Bu kez Fransız yönetmenler Alexandre de La Patellière ve Matthieu Delaporte tarafından uyarlanan The Count of Monte-Cristo, Fransız sinemasından hiç de beklemediğimiz türden epik bir yapım. Fransızların epey sevip gişede üst sıralara taşıyıp yüksek puanlar verdiği film, 3 saatlik uzun süresiyle bu yılki Filmekimi programımda gözümü en çok korkutan filmdi. Neyse ki karşımda kalite anlamında beklentimi karşılayan bir eser buldum. Çok para harcandığı belli olan prodüksiyonu, kaliteli oyunculuklar ve eldeki kaliteli senaryo materyaliyle birleşince ortaya önemli bir eser çıkmış. Filmdeki bazı epik sahneler hafızamda uzun süre yer etmeye aday durumdalar. Filmin tek önemli kusuru ise yer yer temposunun fazla düşmesi. Son bölümdeki yan hikayelerin biraz daha etkili aktarımı da filmin bir üst seviyeye çıkmasını sağlayabilirmiş. Hollywood’un bile gişe garantili devam filmleri dışında yüksek prodüksiyonlu, pahalı işlere artık pek kalkışmadığı bir dönemde Fransız sinemasından destansı bir film izlemek isterseniz pek sık göremeyeceğiniz bir örnek sizi bekliyor…

The Count of Monte-Cristo
8.0

Bird (2024)

2016’da American Honey ile dikkatleri üzerine çeken Andrea Arnold, yeni bir uzun metrajlı film için sekiz yıl gibi çok uzun bir süre beklemeyi tercih etti. Pek bayılmadığım bir önceki filmine rağmen yönetmenin yeni filmlerinde neler yapacağını merak ediyordum. Öyle ki bir önceki filmi zayıf senaryo ve harika yönetmenlik eseriydi. Güçlü bir senaryoyla buluşunca yapabileceklerinin ihtimali heyecan vericiydi. Fakat Bird de tam anlamıyla o güçlü senaryo filmi değil… Bird, yönetmenin önceki işleriyle paralellik gösteren bir handikaplı ailede büyümeye çalışma hikayesi. Hikayenin merkezinde yine bir genç keşif var bu kez daha da küçük bir kız olan Bailey rolünde Nykiya Adams. Çok küçük yaşta çok sayıda çocuğa sahip olmuş anne babanın kızlarından biri olan Bailey, babası Bug’ın (Barry Keoghan) evliliğe hazırlandığı günlerde bir yandan kardeşlerinin bakımıyla ilgilenirken diğer yandan Bird (Franz Rogowski) adlı eksantrik bir gençle tanışır… Bird, yönetmenin önceki işlerine benzer şekilde olaylardan çok karakterlerinin günlük yaşamına odaklanıyor ve olabildiğince bizi onların dünyasına götürüyor. Yeni şeyler anlatmıyor ama karakterleri özgün, oyunculukları başarılı, görüntü yönetimi (kameranın gereğinden fazla hareketli oluşunu saymazsak) ve müzik seçimleri çok başarılı… Başroldeki Nykiya Adams iyi bir seçim ama kadronun en çok dikkat çekenleri Barry Keoghan ve Franz Rogowski elbette. Barry Keoghan yine kendisi için ideal bir rol bulmuş ama Franz Rogowski beni buradaki performansıyla bir hayli şaşırttı. Elbette pozitif yönde… Bird, izlediğim üç Andrea Arnold filmi arasında en iyisi olsa da iyi bir senaryoyla Oscar dahil tüm ödülleri silip süpürebilecek bir potansiyelden daha fazlasını beklemek hakkımız…

Bird
7.5

Emilia Perez (2024)

Fransızların ünlü yönetmenlerinden Jacques Audiard, Meksika’da geçen ve tamamına yakını İspanyolca bir filmle bu yılın sürprizlerinden birine imza attı. Asıl sürpriz ise filmin Cannes’da iki önemli ödül alıp giderek ivmelenen övgülerle Oscar’ın favorilerinden birine dönüşmesi oldu. Hal böyle olunca Filmekimi’nde gözü kapalı şekilde listeme ekleyip hatta biletini ilk aldığım filme dönüştü… Filme konusunu bile bilmeden gidip konuyu öğrenince şok geçirdiğim için aynı tadı sizin de alma ihtimaline karşın konunun detaylarına girmeyeceğim. Fakat filmin Meksika’daki kartel sorununu olabilecek en sıra dışı bir senaryoyla ve çılgın bir müzikalle aktardığını söyleyebilirim… Her damak zevkine uymayacak bir film olan Emilia Perez’in hemen her anını büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla izledim. Jacques Audiard’ın tarzının bir hayli dışında gözüken film, nadir görülen türden bir yönetmenlik başarısı. Özellikle iyi müzikallerin hayranı olarak buradaki sıra dışı müzikal tarzını çok sevdim. Filmin başrolündeki Karla Sofia Gascon’un yanı sıra ona eşlik eden Zoe Saldana ve Selena Gomez son derece başarılılardı. Üçünün de adaylık şansı yüksek. Filmin de toplamda en iyi film dahil 10 civarı adaylık alacağını tahmin ediyorum. Henüz diğer favorileri izleyemesem de büyük ödülü alması bile söz konusu olabilir ki şu noktada itirazım olmaz… Tüm bu yüksek övgülerime rağmen filmin herkese uygun olmayıp bazılarının nefret edeceğini tekrar belirtmemde fayda var. Senaryodaki bazı pürüzlü noktalar filme daha yüksek puan vermemin önündeki temel engel…

Emilia Pérez
8.5

Good One (2024)

Bu yılın Sundance Film Festivali’nin en çok övgü alan filmlerinden biri India Donaldson’ın ilk filmi olan Good One’dı. Filmekimi listeme seveceğime emin olarak eklediğim film hakkında yanılmadım… 17 yaşındaki Sam (Lily Collias), babası ve onun yakın arkadaşıyla birlikte dağlık bir bölgede kamp gezisine çıkarlar. Aslında orijinal planda yakın arkadaşın oğlu da onlara dahil olacaktır fakat son anda ekilme vakası yaşayınca tuhaf bir üçlü maceraya atılır… Good One, olay yoğunluğu minimum düzeyde olan bir film olmasına karşın sevilesi karakteriyle ve çıkardığı doğa macerasıyla beni kolayca içerisine çekti. İçerdiği baba-kız ilişkisini de dahil edince bana pek sevdiğim Leave No Trace‘i anımsattı. Hem sürükleyici hem eğlenceli bir film olarak ilerlese de filmin esas meselesini açığa çıkarması epey zaman aldı. Ne yazık ki bu kısmı sevebildiğimi söyleyemem. Filmin bu noktada iletmek istediği mesajı anlasam da bende bir miktar aldatılmışlık hissi yarattı… Yine de filmin pozitif taraflarının çok daha ağır bastığını söyleyebilirim. India Donaldson’ın sonraki işlerini merak ediyorum. Başrolde harikalar yaratan Lily Collias için de umarım bu film sadece bir yükseliş başlangıcıdır… İyi bir finalle yılın en en sevdiğim filmlerinden birine dönüşebilirdi ama bu haliyle de çok sevdim…

Good One
8.0