Bugüne kadar dört farklı filmle beş farklı kategoride Oscar adaylığı kazanmayı başaran Kenneth Branagh, bu yönüyle dünya üzerindeki en enteresan isimlerden biri. Her ne kadar Kuzey İrlandalı sinemacının yönetmenlik yönüyle bugüne dek yollarım pek kesişmese de son yıllardaki en iddialı filmine kayıtsız kalmak imkansız hale geldi. Özellikle Toronto Film Festivali’nde seyirci ödülünü kazanmış olması, bu ödülü kazanan neredeyse tüm filmleri çok sevmem nedeniyle beklentimi bir hayli yükseltmişti. Ne var ki bu yılki ödül sezonunun yeterince sevemediğim filmlerinin en son halkası oldu…
Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast’ta, etnik sorunların tavan yaptığı ve ülkeyi büyük bir kargaşanın kapladığı 1969 yılındayız. O dönemde küçük bir çocuk olan Buddy (Jude Hill), kendisini dehşete düşüren olaylara karşın büyük ölçüde mutlu bir çocukluk geçirmektedir. Fakat ailesinin geçim sıkıntısında olması ailenin babasını (Jamie Dornan) arayışa sürükler. Baba, kendilerini Avustralya, Kanada gibi ülkelerde daha iyi bir geleceğin beklediğini düşünmektedir. Fakat ne Buddy ne de annesi (Caitriona Balfe) evleri bildikleri Belfast’tan ayrılmak istememektedirler…
Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron’un 2018 imzalı filmi Roma, kazandığı yüzlerce ödülle son yılların en başarılı ödül filmlerinden bir tanesi olmuştu. Belli ki bu filmi izleyen Kenneth Branagh, “benim çocukluk hikayem daha ilginç, ben de bu filmin benzerini çekip bir sürü ödül alırım” diye düşünüp işe koyulmuş. Sonrasında “The Shape of Water da ilginç bir sinemada film izleme sahnesi koyup büyük ödülü aldı, ben de bunu başarabilirim” diye düşünmüş ve ortaya Belfast’ı çıkarmış…
Kenneth Branagh’ın gerçekten iyi bir film çıkarma potansiyeli taşıyan bir çocukluk hikayesi varmış. İyi bir senaryo ve yönetmenlikle duygu yükü çok yüksek, belki çok özgün olmayan ama çok etkileyici bir film çıkarılabilirmiş. Fakat onun yerine ödül avcılığına soyunup fazlasıyla taklitçi hissettiren bir iş ortaya koymayı tercih etmiş…
Çok bayılmadığım bir film olan Roma’nın en muhteşem yanı şüphesiz sinematografisiydi. Belfast, sinematografik açıdan da onu taklit etmeye çalışmış. Çok kötü bir taklit olduğunu söyleyemem, gerçekten çok şık çekilmiş güzel sahneleri var filmin. Fakat artık siyah-beyaz film çekmek iyi görüntü yönetmenliğinin bir hilesi gibi gelmeye başladı. Bu yıl ödül sezonunda şu sıralar en iddialı gözüken 15-20 filmden 4 tanesi siyah-beyaz çekilmiş ki bunların tamamına yakını en iyi sinematografi dalının öne çıkanları arasında gösteriliyor. Umarım bu trend bir an önce son bulur ve kendimizi binbir çeşit renkle izlemek varken neden iki renkle izlediğimizi sorgular durumda bulmayız…
Oyunculuklar açısından filmde pek çok ismin Oscar’da adı üst sıralarda anılıyor. Fakat şahsen filmde beni derinden etkileyen bir performans göremedim. Anne rolündeki Caitriona Balfe bana göre filmin en iyisiydi. Jamie Dornan, Judi Dench ve yüksek ihtimal Oscar’a aday olacak Ciaran Hinds’in performansları bana göre sadece işini iyi yapmak seviyesindeydi. Hiçbirinin performanslarında fark yaratan bir yan göremedim…
Her ne kadar fazlasıyla negatif görüntüde bir yorum yapıyor olsam da Belfast, bunu tamamen yarattığı yüksek beklentilere ve şu sıralar ödül sezonunda en büyük favorilerden biri olarak görülmesine borçlu. İlgi çekici bir dönem ve konuyu işleyen, muhteşem şarkı seçimleriyle renksiz ama bakması güzel görüntüler sunan bir film. Keşke daha az ödül avcısı, daha duygusal ve etkileyici bir film olsaymış. Bu haliyle sezonun gereğinden fazla abartılan ortalama filmlerinden biri…