Televizyon alışkanlıkları online platformların ve sosyal medyanın gücüyle her geçen gün değişiyor. Özellikle Netflix’in globalleşme hamlelerinin katkılarıyla artık Amerikan, İngiliz yapımı dışındaki dizilerin de tüm dünyada ses getirmesi çok daha mümkün bir hal aldı. Bu durumun en bariz örneği ise Mayıs 2017’de İspanya’da başlayıp sessiz sedasız yayınlanan La Casa de Papel (Money Heist olarak da biliniyor) oldu. Dizinin yayınlanmasının üzerinden neredeyse bir yıl geçmesine karşın Netflix’in devreye girmesiyle ve sosyal medyanın da gücüyle dizi 2018’in ilk aylarının en çok konuşulan olaylarından biri haline geldi. Özellikle Türkiye’de inanılmaz derecede hızlı yayılan dizi, neredeyse Game of Thrones popülerliğine yakın bir popülerliğe ulaştı. Öyle ki dizinin adını kullanan cafeler açılmasına varan bir çılgınlığa dönüştü. Ben de bu çılgınlığa ön sıralardan ortak olsam da bu yazıyı sizlerle ancak şimdi buluşturabildim…
Peki nedir bu kadar ses getiren La Casa de Papel? Dizimiz zekice planlanmış bir darphane soygununu ele alıyor. Çeşitli suçlara bulaşmış, birbirinden farklı karakterdeki soyguncular profesör lakaplı plancımız tarafından özenle seçilerek bir araya toplanıyor. Profesör, her birine gerçek adlarını kullanmamaları için Tokyo, Berlin, Helsinki gibi şehir adları verdiği bu seçilmiş kişileri eğitim sürecine sokarak ayrıntılı bir şekilde planını aktarıyor. Bize de bu planın uygulanışını izlemek düşüyor…
La Casa de Papel, son dönemde çok fazla örneğini göremediğimiz türden özgün bir iş. Soygun üzerine bugüne kadar yapılan en iyi dizi olduğunu da iddia etmek zor olmaz. Karakter zenginliği oldukça iyi ve çok geçmeden kendinize yakın favori karakterler bulabilmeniz mümkün. Özellikle profesörün oldukça sevilebilir bir karakter olması işleri kolaylaştırıyor. Profesörün zekice planlarını sürükleyici bir şekilde izlemek Prison Break’in ilk sezonunda Michael Scofield’ın planlarına yakın bir tat veriyor.
Dizinin olumlu yanları olumsuz yanlarına göre çok daha baskın olsa da tamamen kusursuz bir diziden de bahsetmek zor. Dizi, olayların sonuçlanmaya yaklaştığı ikinci yarısıyla düşüşe geçiyor. İlk kısımda nadiren karşılaştığımız mantık hataları karşımıza daha çok çıkmaya başlayarak can sıkıcı hale geliyor. Dizinin sürükleyiciliği de giderek azalıyor ve finaliyle de yeterince tatmin etmiyor. Evet, belki en sonu gerçekten çok hoş fakat sonuca giden yoldaki aksiyon yeterince tatmin etmiyor. Gerek yönetmenliği, gerek kurgusuyla sınıfta kalan sahneler diziye yakışmadı.
La Casa de Papel ile çokça kafa karıştıran noktalardan biri dizinin iki sezon olduğu algısı. Yazı başlığında 1. sezon olarak yazmamın sebebi aslında dizinin tek sezondan oluşması. İspanya’da dizi önce 9 bölümü, sonra 6 bölümü yayınlanacak şekilde iki parçada yayınlanmış. Fakat bunları farklı sezon olarak nitelendirmemiş ve nitelendirmek de pek doğru değil. Fakat Netflix, dizinin süresini kısaltarak daha çok bölüm şeklinde yeniden formatlamış ve o da iki parça şeklinde yayınlamaya karar vermiş. Dizinin gerçekten ikinci sezonunun gelip gelmeyeceğine dair ise ortada pek bir şey yok. Dizinin devam edeceğine dair çeşitli iddialar olsa da dizi tek sezon olarak planlanmış ve bunun aksine dair resmi bir açıklama söz konusu değil. Ben de devam edecek konusu olmadığı için devam etmemesinden yanayım doğrusu…
Özetle Türkiye’de son dönemin en popüler dizilerinden biri olmayı başaran La Casa de Papel, özgün ve izlenmeyi hak eden bir dizi. Bazı kusurları mükemmelliğine gölge düşürse de son yılların en iyi suç dizilerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Son olarak dizinin jenerik şarkısı “My Life is Going On” ve bu diziyle yeniden ünlenen “Bella Ciao”nun dizinin değerini arttıran önemli ögelerden olduğunu belirtmem lazım. Hala izlemeyenlerdenseniz mutlaka şans verin derim…
Yorum Yazın