Oscar dönemi araya girince blogda diziler hakkında yazmayalı epey zaman oldu. Özellikle bloga içerik giremediğim son bir haftalık süreçte dizilerle baya haşır neşir oldum. Geride kaldığım bazı dizileri yakaladım ve tabii ki House of Cards’ın üçüncü sezonunu da izledim.
İlk kez 2013 yılında tanıştığımız House of Cards televizyon dünyasına yeni bir soluk getirmişti. Çünkü o zamana kadar bir dizinin bütün bölümlerinin aynı anda yayınlanmasına hiç alışkın değildik. Fakat kısa süre içerisinde bu model benimsendi ve hem Netflix diğer dizilerinde aynı taktiği uyguladı hem de başta Amazon olmak üzere rakipleri bu modele uydular. Şahsen bazı olumlu yanları olsa da bütün bölümlerin bir anda yayınlanma olayını çok sevmiyorum. Bir anda 13 bölüm birden gelmesi bana yükmüş gibi geliyor. Ayrıca bir bölüm izleyip o bölümle ilgili tartışma olanağı pek olmuyor. Çünkü ben 5. bölümü izlerken başkası tüm sezonu bitirmiş oluyor ve spoiler yememek uğruna yorumlara hiç bakmamak gerekiyor. Ayrıca bazı bölümler öncesinde heyecanla beklemenin de dizi izlemenin keyifli taraflarından biri olduğunu düşünüyorum ve bir anda tüm bölümler yayınlanınca öyle bir durum da yaşanmıyor. Tabii olumlu yanları da yok değil. Eğer bu sezon 13 bölüm birden değil de 3 aya yayılsaydı o zaman da 3 ay boyunca aynı diziyi izlemek diziye olan şevkimizi azaltabilirdi. Aslında günde 1 bölüm şeklinde bir yayın planlaması belki de en iyisi olurdu, kim bilir belki de böyle bir planlamada yayınlanan diziler de görürüz ilerleyen dönemde…
Netflix’in yayın politikalarını bir kenara koyup House of Cards’tan bahsedecek olursam… House of Cards’a ilk başladığımda doğrusu pek bir beklentim yoktu. Politika işleriyle pek ilgili olmamamın yanı sıra o zamanlar Kevin Spacey de öyle aman aman çok sevdiğim bir oyuncu değildi. Tabii inanılmaz övgüler gelince ister istemez diziye başlayıp çok beğenmiştim. Politikanın arkasında gerçekleşen olaylar ve bir adamın başarı için nelerden ödün verebileceği, ne kadar acımasızlaşabileceğinin çok iyi anlatıldığı dizinin özellikle ilk sezonu bence harikaydı. İkinci sezon yer yer sıkıcı duruma düşse de özellikle ilk ve son bölümleriyle çok başarılıydı. Fakat ne yazık ki üçüncü sezon ilk iki sezonun epey altında kaldı. Yine de belli bir çıtanın üzerinde kalitesini koruyor dizi…
House of Cards’ı her ne kadar seviyor olsam da en başından bu yana yan karakterlerde hem nicelik hem de nitelik olarak yetersizlik olduğunu düşünüyorum. Aslında ilk sezonda iki tane çok iyi yan karakterimiz vardı. O karakterlerin etrafında gelişen olaylar da fazlasıyla ilgi çekiciydi ama daha sonradan bu karakterlerin yerleri doldurulamadı. İkinci sezonda Raymond Tusk, Rachel, Jackie gibi karakterlerle bu boşluk biraz olsun doldurulmaya çalışılsa da üçüncü sezonda hiç doldurulamamış. Zaten bu sezon diziye çok az sayıda yeni karakter katıldı ve onların da hikayeleri çok kısıtlıydı hal böyle olunca dizi büyük ölçüde Frank Underwood ile Claire Underwood’un iki kişilik gösterisi haline döndü. Bu da dizinin alanınını kısıtladı ve sezon içerisinde inişli-çıkışlı bir grafiğin olmasına yol açtı.
Yazının bundan sonrasında 3. sezonu izlememiş kişiler için spoiler olabilecek şeyler olabilir. Fakat daha çok özele inmeden genel olarak sezon içerisindeki şeylerden bahsedeceğim ve “sezon hakkında en ufak bir şey bile bilmemeliyim” demiyorsanız okumanızda pek sakınca yok.
Geçtiğimiz sezon finalinde Frank Underwood’un Amerikan başkanlığına gelişini izlemiştik. Fakat sezon başı itibariyle Frank Underwood için işler o kadar da parlak gitmiyor. Başkanlık sürecinde kendisine olan destek hızla azalıyor ve 2016’da yapılacak seçimler için kendisine kimse destek vermiyor. Frank’in halkın güvenini sağlayıp, emanetçi başkanlıktan sıyrılması için iyi projelere ihtiyacı var ve “Amerika Çalışıyor” adında bir projeyi hayata sokmaya çalışıyor. Bunun yanında Rusya ile olan dış ilişkilere de sezon içerisinde sıklıkla yer veriliyor ve Putin’e benzerliğiyle dikkat çeken Rus başkanını da olayların içerisinde görüyoruz.
Sezon içerisinde pek çok sıkıntıyla yüz yüze kalan Frank’i bu sezon ilk kez pek çok konuda çaresiz vaziyette görüyoruz. Sıkıntılardan biri de hiç beklenmedik bir cepheden geliyor Claire Underwood’dan… Ekranların belki de en uyumlu çifti olan Underwood çiftinde ilk kez ufak tefek çatırdamalar olduğuna tanıklık ediyoruz. Claire Underwood’un Birleşmiş Milletler büyükelçisi olma isteği bunda sebeplerden biri…
Üçüncü sezon politikaların her zamankinden daha çok ön plana çıktığı bir sezon. Dış politikadan zevk alanlar için belki bu durum iyidir ama benim gibi politikayla pek ilgisi olmayıp diziyi sevenler için bu durum biraz sıkıntılıydı. Özellikle sezonun ortalarında pek çok bölüm benim için ilgi çekici olmaktan çok uzaktı. Önceki sezonlarda politik olaylar yoğunlukta olsa bile yan karakterlerin hikayeleriyle diziye bağlı kalabilmek mümkündü fakat bu sezon çoğu olaylar iki ana karakterin etrafında döndüğünden böyle bir şansımız pek yoktu.
Yazının başlarında Kevin Spacey’nin House of Cards öncesinde çok fazla ilgi göstermediğim bir oyuncu olduğunu yazmıştım. House of Cards sonrasında ise bu durum tam tersine döndü. Artık Kevin Spacey ile ilgili her film, katıldığı her program fazlasıyla ilgimi çekmekte. Frank Underwood karakteri için sanırım başka birisi düşünülemez. Bu sezon da karakterin inişlerini çıkışlarını Kevin Spacey her zamanki gibi harika bir şekilde bize yansıttı. Ayrıca zaman zaman bizle konuşup bize açıklamalarda bulunmaya devam etti, hatta yeri geldiğinde bizi azarladı da. (Bölümlerden birinin sonundaki azarlama sahnesi sezonun en harika yanlarındandı.)
Dizinin çoğu izleyicisi Claire Underwood’u da neredeyse Frank Underwood kadar fazla seviyor. Ben ise Claire Underwood’u bir türlü sevemedim. Benim için hep dizinin zayıf yanlarından biri oldu kendisi ve bu sezon dizideki yükünün iyice artması bu sezona olumsuz bakmamda ciddi etkili oldu. Sanırım bu sezonla birlikte Claire kendince haklı olduğu taraflar olsa da sadece benim için değil, pek çok kişi için sinir bozucu bir karakter olmaya başladı. Robin Wright’ın da bu rolde çok ekstra bir oyunculuk sergilediğini düşünmüyorum ve kazandığı Altın Küre’nin, Emmy adaylıklarının biraz abartı olduğunu düşünüyorum. Bu sezon da aynı düşüncem devam ediyor…
Dizinin yan karakter yokluğundan şikayet etmiştim. Bu sezonun en çok öne çıkan yan karakteri Doug oldu. Doug aslında önceki iki sezonda da hep hikayenin içindeydi fakat çoğu zaman Frank’le birlikte, Frank’in amaçlarına hizmet eden gizli karakter görünümündeydi. Bu sezon ise Doug’a çok daha fazla zaman ayırılmış. Aslında bu durumdan şikayetçi değilim. Doug’a özel hazırlanmış gibi gözüken ilk bölüm de çok iyiydi. Fakat ne yazık ki Rachel ile olan kısım çok kötü bir şekilde bağlandı ve bütün sezon boyunca boşa vakit kaybedilmiş izlenimi yaratıldı. Doug’u canlandıran Michael Kelly’nin bu sezonki çıkışıyla Emmy’de de şansı olabileceğini düşünüyorum, onu da söyleyim.
Sezon içerisinde Frank’in en büyük rakibi Elizabeth Marvel’ın canlandırdığı Heather Dunbar karakteri oldu ama kendisinin daha önceki sezonlardaki karakterleri arattığını söylemek mümkün. Molly Parker’ın canlandırdığı Jackie Sharp karakteri de sezon içerisinde önemli bir yere sahipti. Aslında Remy, Seth, Meechum gibi pek çok karakter var ama hiçbirinin derinliği yok ve hiçbirinin sevilebilir yanları yok. Paul Sparks’ın canlandırdığı yazar Thomas karakteri de diziyi daha sıkıcı yapan karakter oldu, fakat hikayenin gidişatına önemli bir etkisi olmuş oldu bir şekilde. Rus başkanı canlandıran Lars Mikkelsen iyi iş çıkarmış. Rus başkan karakteri sezonun başarılı yazılmış, iyi oynanmış karakterlerindendi. Tüm bu saydığım karakterlerden ziyade iyi bir yan karakter olarak geçen yıl konuk oyuncu dalında Emmy adayı olan Reg E. Cathey’nin canlandırdığı Freddy karakterini sayabilirim. Kendisi çok az gözükse de gözüktüğü her an diziye çok şey kattı. Yine konuk oyuncu dalında Emmy adayı olursa şaşırmam, aksine mutlu olurum.
Sonuç olarak House of Cards üçüncü sezonuyla ciddi bir düşüş sürecine geçse de kalite açısından belli bir çizginin altına düşmemeyi sürdürüyor. Sezon sonu gösteriyor ki dördüncü sezon daha hareketli geçecek ve ortalığın karışacağı bir sezon olacak. Dördüncü sezonla ilgili henüz resmi bir açıklama gelmese de Netflix’in diziyi ortada bırakmayacağı açık. Benim beklentim ise dördüncü sezonun final sezonu olarak duyurulması. Çünkü dizinin zirvede bırakılması isteniyorsa konunun toparlanıp iyi bir final sürecine koşması gerekir. Dört sezon da bu tip az karakterli bir dizi için gayet yeterli bir süre zaten. Eğer beşinci sezon ve devamı gelirse olayların gidebileceği yerler ve yeterli konu bulunup bulunamayacağı hakkında ciddi şüphelerim var. Her ne olursa olsun House of Cards televizyonda şu anda yayında olan dizilerden izlemeye en çok değenlerden biri şüphesiz…
Yorum Yazın