Yine bir “Kısa Kısa 2014 Filmleri” yazısıyla karşınızdayım. Seriye başlarken 5-6 tanede kalır diye tahmin ediyordum fakat bir türlü izlediğim filmlerle yazdığım filmlerin sayısını örtüştüremediğim için serinin 10 yazıya uzaması şimdiden kesinleşti. Fakat muhtemelen onuncu yazı muhtemelen aynı zamanda sonuncu yazı olacak. Çünkü artık izlemek isteyip de izlemediğim 2014 filmlerinin sayısı bir hayli azaldı. Zaten Oscar’a da 16 gün gibi az bir süre kaldı. Yine de kesin konuşmayım, 11’i de görebiliriz…
Bu yazıda yine son zamanlarda izlediğim ama hakkında uzun uzun yazamayacağım beş filmi ele aldım. Bir önceki yazıda pek karamsar bir tablo çizmiştim ve neredeyse izlediğim beş filmin hiçbirini beğenmemiştim. Bu kez ise izlediğim filmler hakkında daha umutluyum. Hiçbiri için “işte budur” diyemedim belki zaten öyle desem ayrı yazıda yazardım ama beş filmin beşi de izlenebilecek filmler. Fazla uzatmadan filmlere geçmek istiyorum…
Love Is Strange
Bu yılın eleştirmen favorilerinden biri olan ve pek çok prestijli listede kendine üst sıralardan yer bulan Love Is Strange, normalde benim ilgimi çekmekten uzak bir iş. Fakat John Lithgow’u çok sevmemden ötürü ve onun performansının çok övülmesinden ötürü izlemek istediğim bir filme dönüşmüştü. Yine de beklentim bir hayli düşüktü, sonuç olarak beklediğimden fazlasını buldum diyebilirim.
Ben ve George yıllar sonra evlenmiş olan bir eşcinsel çifttir. Evlendikten sonra George öğretmenlikten kovulur ve ikili evlerini satmak zorunda kalırlar. Yeni ev bulana kadar tanıdıklarının evlerinde ayrı olarak kalmaları gerekir. Her ikisi de yakınlarının hayatlarının içine dahil olurlar bir anda. Bu durum tabii ki hiç kimse için çok istenen bir şey değildir ve bunun zorluklarını yaşarlar…
Love Is Strange her şeyden önce samimi bir iş olmuş. İzlerken ben genel anlamda keyif aldım. Fakat senaryosu sanki fazla boştu. Filmin anlatmak istediğini yeterince iyi anlatamadığını düşünüyorum. Oyunculuklar çok başarılıydı özellikle filmi izleme sebebim olan John Lithgow’u beğendim. Saydığım tüm olumlu şeylere rağmen filmin epey abartıldığını düşünüyorum izlemeyenlerin hiçbir şey kaybetmeyeceği bir film…
6/10
Rosewater
Amerika’nın en önde gelen talk show sunucularından biri olan Jon Stewart, bu yıl ilk yönetmenlik deneyimine imzasını attı. Normalde pek ilgimi çekmeyecek filmde benim ilgimi çeken en önemli şey ise şüphesiz filmdeki Haluk Bilginer’in varlığıydı. Rosewater, ödül sezonunun belki de en az ses getiren işlerinden oldu ve şimdiden unutuldu ama yine de Haluk Bilginer için filmi izledim ve pişman da olmadım.
İranlı bir gazetecinin yaşadığı gerçek hikayeden uyarlanan film, gazetecinin katıldığı bir komedi programında söyledikleri yüzünden İran güçleri tarafından ajan sanılarak aylarca gözaltında tutulmasını konu alıyor. Ana karakterimiz olan gazetecinin yaşadığı zorlukları izliyoruz izlemesine ama filmin bu anlamda sunduğu çok fazla ilgi çekici bir durum veya yeni bir şey yok. İzlenebilecek ama izlemeyenin de bir şey kaybetmeyeceği çok sıradan bir iş olmuş Rosewater.
Hollywood filmlerinden rol kapabilen ender oyuncularımızdan olan ve şu günlerde Ben-Hur uyarlamasında yer alacak olmasıyla yeniden gündemde olan Haluk Bilginer, filmdeki başarılı performanslardan birini sergiliyor. Ana karakterimizin babasını canlandıran Haluk Bilginer’in ekran süresi çok fazla değil belki ama filmin daha çok iki karakterin etrafında geçtiği düşünülürse üçüncü önemli kişi olarak gözükebilir. Zaten kapanış jeneriğinde de Gael Garcia Bernal ve Kim Bodnia’nın ardından üçüncü sırada gözüktü Bilginer. Umarım Haluk Bilginer yurtdışında önemli işlerde yer almaya devam eder.
5.5/10
The Angriest Man in Brooklyn
2014’ün beni en çok üzen ölümü Robin Williams’ın ölümüydü. Hayat dolu bir adam gibi gözüken ve sadece gülümsemesiyle insanların içine harika bir enerji bırakan Robin Williams’ın intiharı gerçekten şok edici olmuştu. Başta Robin Williams olmak üzere iyi kadrosunun hatrına berbat eleştiriler almış olsa da The Angriest Man in Brooklyn’i izlemeden yılı kapatmak istemedim.
Film Brooklyn’in en kızgın adamı olarak bilinen ve Robin Williams’ın canlandırdığı Henry karakterinin bir doktor hatasıyla 90 dakika içinde öleceğini düşünmesini konu alıyor. Filmin gerçekten eleştirilebilecek pek çok noktası var ama Robin Williams’ı ölüme yakın bir şekilde izlemek şüphesiz ayrı bir anlam kazandı. Robin Williams’ın yanı sıra Mila Kunis’i de izlemek büyük zevkti. Peter Dinklage, Melissa Leo kadrodaki diğer önemli isimlerdi.
Film genel olarak iyi bir film olmasa da beni eğlendirdi ve Robin Williams’ın ölmüş olduğu gerçeğini hatırlatması nedeniyle biraz üzdü. İzlemenin bir şey kaybettirmeyeceği bir film, zaten süresi de çok az. Robin Williams ve Mila Kunis seviyorsanız bence izleyin…
5.5/10
Locke
2013’ten kalma bir film olan Locke, LAFCA’da Tom Hardy’nin kazandığı en iyi erkek oyuncu ödülü nedeniyle ödül döneminde yeniden hatırlandı. Daha önceden hiç farkına bile varmadığım filmi ben de bu yıl The Drop ile sevmeye başladığım Tom Hardy için izledim.
Aslında filmi izleme sebebim Tom Hardy dışında bir de filmin tek mekanda geçiyor olmasıydı. Tek mekanda geçen filmlere karşı ayrı bir ilgim olduğundan dolayı filmi sevebileceğimi düşündüm. Fakat Locke, düşündüğümden de farklı bir film çıktı. Bütün film boyunca Tom Hardy’yi bir taksi içerisinde izliyoruz ve başka hiçbir şey görmüyoruz.
Baştan sona hayatında çok zor bir gün geçiren Tom Hardy’nin telefon görüşmelerini izlediğimiz film, yer yer sıkıcı olsa da genel olarak ilgiyi üzerinde tutmayı başarıyor. Tom Hardy filmde şüphesiz başarılı ama benim en iyi listelerime girmez. Los Angeles’lı eleştirmenlerin tercihi epey enteresan olmuş. Locke, çok iyi bir filmdir diyemem ama çok farklı bir film. Kesinlikle akıllarda yer tutacak farklı bir deneyim ve izlemenizi öneririm.
6/10
Cake
Her Friends hayranı gibi çok sevdiğim bir isim olan Jennifer Aniston bugüne kadar hep komedi işleriyle tanınan bir isim oldu. Genellikle vasat komedilerde izleyici karşısına çıkan Jennifer Aniston son yıllarda film seçimlerinde biraz daha başarılı olmaya başladı. We’re the Millers ve Horrible Bosses gibi yer aldığı komediler gişede çok iyi iş çıkarıp genel izleyicinin beğenisini kazandı. Fakat Jennifer Aniston’ın Friends sonrası sektör tarafından belki de ilk kez ciddiye alınması ile Cake ile gerçekleşti. Altın Küre ve SAG adayı olan Jennifer Aniston’ın son ana kadar Oscar’a da aday olabileceğini düşündük fakat ne yazık ki yerini bir başka iyi isim olan Marion Cotillard’a kaptırdı.
Normalde benim için ilgi çekici olmaktan uzak bir film görüntüsündeki Cake de Jennifer Aniston’ın yer almasıyla ister istemez benim için oldukça ilgi çekici bir hale geldi. Kronik ağrıları nedeniyle zor günler geçiren bir karakterin anlatıldığı filmde, kadının hayatı destek grubundaki bir kadının intiharıyla farklı bir hal almaya başlar…
Jennifer Aniston filmde gerçekten inanılmaz başarılı. Doğrusu Jennifer Aniston’ı çok sevmeme rağmen bu kadar iyi olabileceğini düşünmemiştim. Kadının yaşadığı ağrıları çok iyi yansıtmış ve filmi izlenebilir kılmış. Fakat şu da bir gerçek ki Cake, Jennifer Aniston’ın harika performansı olmasa çok vasat bir film olurmuş. Film tamamen Jennifer Aniston Oscar’a oynasın diye çekilmiş görüntüsünde. Aniston bir daha Oscar’a oynayabilecek bir rol alır mı, drama oynar mı bilemem ama Oscar için bu kadar ideal bir rol bir daha kolay kolay gelmez. Oscar adayı olamamasını ise filmin çok zayıf oluşuna bağlıyorum. Yoksa Jennifer Aniston ile Felicity Jones’u karşılaştırıldığında gerçekten Felicity Jones’u daha iyi bulanların sayısının yüksek olabileceğine inanmıyorum.
Özetle Cake, Jennifer Aniston’ın harika performansı dışında pek bir şey vaat etmeyen ortalamanın az üstünde bir film. Aniston hayranlarının Jennifer Aniston’ın ne kadar iyi performans sergileyebileceğini görmek için izlemeleri lazım…
6/10
Yorum Yazın