


One Battle After Another (2025)
Çağımızın saygın yönetmenlerinden Paul Thomas Anderson, sevdiğim filmleri olsa da favori yönetmenlerim arasında olmayan bir yönetmen. Fakat işin içerisinde uzun yıllardır yaş tahtaya basmayıp hep çok iyi projeler seçen Leonardo DiCaprio olunca One Battle After Another, en başından beri heyecanla beklediğim bir projeydi. Oscarların en büyük favorisine dönüşünce bu heyecan daha da arttı. Her ne kadar Filmekimi döneminde vizyona girmesi ve ardından vizyondan kalkmadan kaçırmak istemediğim birkaç film araya girse de bu bekleyiş sonunda şans yüzüme güldü ve filmi yeniden IMAX gösterime girdiği dönemde izleme şansı yakaladım… Hükümet karşıtı hayali bir örgütün aktif olduğu bir dönemde başlıyor hikayemiz. Bob (Leonardo DiCaprio) ve Perfidia (Teyana Taylor) bu örgütün önemli isimlerindendir. İşler ters gidiyor ve hikayenin 16 yıl sonrasında hikayenin kahramanları canlarını kurtarmak için mücadele etmeye başlıyorlar… One Battle After Another, artık giderek nadir görmeye başladığımız büyük bütçeli kaliteli vizyon filmlerinden biri olmuş. Belki aksiyon filmi beklentisi içindeki bir kesimi kısmi hayal kırıklığına uğratmış olabilir ama hem geniş kitlelere hitap edecek hem de sinefillerin favorileri arasına girebilecek türden bir film. Uzun bir süreye sahip filmin her zaman çok akıcı olduğu söylenemez ancak bundan 50-100 yıl sonra izlendiğinde de ikonik olarak anılacak pek çok akılda kalıcı türden sahne var filmin içerisinde. Bu açıdan sinema tarihine geçecek türden başarılar içerdiğini düşünüyorum filmin… Filmin yönetmenlik, müzik ve teknik başarımlarının yanısıra oyunculukları da en üst seviyeydi. Leonardo DiCaprio çağımızın en büyük film yıldızı ve şimdiden gelmiş geçmiş en iyi filmografiyi inşa ettiğini söylemek mümkün, birbirinden farklı tarzlarda çok iyi performanslar sergilemeye devam ediyor ve bu filmde de çok iyi. Şu sıralar ikinci Oscar’ını bu filmle almaya yakın gözüküyor. Şahsen The Wolf of Wall Street, Once Upon a Time in Hollywood gibi yakın dönem filmlerindeki performanslarını daha önde görsem de kategorisinde nispeten zayıf gözüken bu yılda ödülü almasına hiç itirazım olmaz… Filmin en akılda kalıcı oyuncululuk performansı ise iki Oscarlı Sean Penn’e ait. Daha önceki Oscarlar bile üçüncüsünün önünde duramayacak gibi gözüküyor. Chase Infiniti, Teyana Taylor, Benicio Del Toro, Regina Hall filmin Oscar adaylığı çıkarma potansiyeli bulunan diğer önemli oyuncuları arasındalar… One Battle After Another’ın Oppenheimer’ın yolunu takip edip bu yılki Oscarlara damgasını vuracağını düşünüyorum. Her ne kadar onun kadar büyük gişe başarısı göstermese de sinemaların böyle filmlere daha çok ihtiyacı var ve bu başarısının sektörce karşılıksız bırakılamayacağını düşünüyorum. Tabii bir diğer favori Hamnet’i henüz izleme şansı bulamadığımı belirtmem lazım. Yılın en iyi filminin hala No Other Choice olduğunu ve onun yaratacağı bir rüzgarın büyük ödüle kadar yürüyebileceğini düşünmeye ise devam ediyorum…




O da Bir Şey mi (2025)
Aktif yerli yönetmenlerimiz arasında filmlerini beğeni oranımın en yüksek olduğu isimlerin başında gelen Pelin Esmer, uzun yıllar süren bekleyişin ardından nihayet yeni bir filmiyle karşımıza çıktı… Ünlü bir yönetmen olan Levent (Timuçin Esen), Söke’de bir festival için kısa film çekmeye hazırlanmaktadır. Söke’deki bir otelde temizlikçi olarak çalışan Aliye (Merve Asya Özgür), hayranlık duyduğu yönetmene ulaşmaya çalışmaktadır… O da Bir Şey mi, yönetmenin diğer filmlerinden alışkın olduğumuz üzere sakin işleyişe sahip, acelesi olmayan bir film. Bununla birlikte ağır dramatik konusuna rağmen komedi sosuyla izleyiciye bol soluklanma fırsatı veren bir yapım. Filmin başrollerindeki Timuçin Esen ve Merve Asya Özgür’ün performansları da epey başarılı. Fakat açıkçası filmin genel anlamda uzun bekleyişin ardından yeterince tatmin edici olduğunu söyleyemem. Güzel bir hikaye anlatıcılığı var ama anlatılan hikaye çok yeni ya da vurucu nitelikte değildi. Pelin Esmer’in şu ana kadarki filmlerinden en az sevdiğim oldu…


Bildiğin Gibi Değil (2025)
Ana akım yerli sinemanın büyük düşüşte olduğu ve sinemaların yıllanmış filmlerle seyirci toplamaya çalıştıkları şu dönemde bile pek çok festival filmi ne yazık ki doğru düzgün gösterim şansı bulmakta zorlanıyor. İlk olarak 2024 yılındaki İstanbul Film Festivali’nde gösterilip burada en iyi senaryo dahil önemli ödüller kazanan Vuslat Saraçoğlu filmi “Bildiğin Gibi Değil” de bunlardan biri. 1.5 yılın ardından nihayet gösterime giren film, gişede bir sonraki yılın festival filmleriyle yarışmak durumunda kaldı… İlk filmi Borç’ta çok beğendiğim Vuslat Saraçoğlu’nun proje seçimlerinde güvenilir referans olarak gördüğüm Serdar Orçin ile tekrar buluşması filmi izlemek için yeter sebepti ki seçimimde yanılmadım… Tokat’ta bir ölüm sonrası yeniden buluşan üç kardeşin hikayesini anlatıyor film. Kardeşlerden biri Tokat’ta kalıp aile için fedakarlıklar yapmış Tahsin (Serdar Orçin), diğerlerinden Remziye (Hazal Türesan) İzmir’de ve Yasin (Alican Yücesoy) İstanbul’da ideallerinin peşinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Buluşma sonrası üçlü için hem eski defterler açılır hem güncel sorunlar baş gösterir… Bildiğin Gibi Değil, izlemekten keyif aldığım bir film oldu. Özellikle kardeş dinamiklerini çok iyi ele alan yapısı takdire değer türdendi. Tokat’ı turist gözüyle konumlandırdığı nokta da ilgi çekiciydi. Keşke filmin esas derdi olarak belirlediği konuyu da sevebilseydim, daha doğrusu filmle bağdaştırıp iyi işlendiğini görseydim… Bu haliyle gidiş yolunu beğendiğim ama gittiği noktayı pek beğenemediğim bir film oldu…




Springsteen: Deliver Me from Nowhere (2025)
Akla gelen her şarkıcının filmini yapmayı Türkiye’ye özel bir furya olduğunu düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Özellikle Bohemian Rhapsody‘nin yaşadığı dev başarı sonrası Amerika’da hemen her yıl bir tane Oscar rekabetçisi iddialı bir müzik insanı biyografisi görüyoruz. Son olarak A Complete Unknown’un başarısı sonrası gözler Bruce Springteen’in biyografisi olan Deliver Me from Nowhere’e çevrildi. Kariyeri sert düşüş içindeki Scott Cooper’ın yönettiği film, yönetmenin en iyi filmi Crazy Heart’ın yine bir müzisyen filmi oluşuyla ve kadrosunda Jeremy Allen White, Jeremy Strong gibi iki gözde yıldızı barındırmasıyla nispeten ümit vericiydi. Fakat ne yazık ki beklentilerin altında kalan bir film oldu… Doğrusu Bruce Springsteen’in yakından tanıdığım ya da tarzına bayıldığım bir kişi olduğunu söyleyemem ve bu filmle de bu tanışıksızlığımız çok değişmedi. Filmde ünlü müzisyenin hayatında ağır depresyon içinde olduğu ve bunun müzik hayatına da etki eden bir dönemi ele alınıyor. Bana kalırsa depresyonunun altı pek iyi doldurulamıyor ve izleyiciye izlemeye değer özgün bir şeyler sunulamıyor. Filmin bu yılın Oscarlarında iddialı olmasını bekliyordum ancak izledikten sonra görüşüm epey değişti. Muhtemelen filmin alabileceği adaylıklar başroldeki Jeremy Allen White ve yardımcı kategorideki Jeremy Strong ile sınırlı kalacak. Her iki oyuncu da oldukça başarılı ama film, Oscarlarda sıfır adaylık çekerse hiç şaşırmam…

