Pandemiyle, ekonomik güçlüklerle, dijital platformların önlenemez yükselişiyle tarihinin en zorlu dönemlerinden birini geçiren Türk sinemasının can simitlerinden biri Caner Alper ve Mehmet Binay yönetmenliğindeki “Bergen” oldu. Müslüm’ün başarısı sonrası patlayan arabeskçi filmi furyasına dahil olan film, oldukça zorlu bir dönemde vizyona girmesine rağmen tüm zamanların en çok izlenen 8. yerli filmi olmayı başardı. Her ne kadar film beni vizyona çekemese de Amazon Prime Video’da gösterime girmesinin ardından izlemiş bulundum…
Filme küçük bir kız çocuğu Belgin’in annesiyle birlikte babasını ve Mersin’i terk ederek Ankara’ya yerleşmesiyle başlıyoruz. Küçüklükten beri müziğe büyük ilgi duyan Belgin’in yetenekleri çevresi tarafından da fark ediliyor ve konservatuvar yolu gözüküyor. Çok geçmeden sahnelerin gözde ismi Bergen’e (Farah Zeynep Abdullah) dönüşen bu genç kızın hayatı Adana’da tanıştığı, babası yaşındaki Halis’e (Erdal Beşikçioğlu) aşık olmasıyla birlikte tamamen değişiyor…
Arabesk müziğin ünlü isimlerinden biri olsa da, “acıların kadını” olarak nam salsa da doğrusunu söylemek gerekirse Bergen hakkındaki bilgim filmi izlemeden önce son derece kısıtlıydı. Filme de “gerçekten film yapılmaya değer” nitelikte bir hayat hikayesi olduğuna dair şüphelerle başladım. “Klişelerden klişe beğen” şeklindeki giriş kısmı da bu endişelerimi pekiştirdi. Fakat ikinci kısımla birlikte film gittikçe ilgi çekicileşmeye başladı. Oldukça rahatsız edici olsa da verdiği mesajla fazlasıyla film olmaya değer bir hayat hikayesi olduğuna beni ikna etti…
Bergen, toplumumuzun en büyük kanayan yaralarından biri olan kadın cinayetlerine bir kez daha dikkat çekmesi açısından kıymetli bir film. Özellikle filmin sonundaki gerçekler, insanın yüzüne tokat gibi çarpıyor ve filmin kendisinden dahi daha etkileyici bir hal alıyor. Adaletsizliklerle dolu hukuk sistemine dikkat çekiyor, aramızda “hem sever hem döver” nitelikteki enteresan canlıların olduğunu hatırlatıyor… Bunlarla birlikte bir döneme damga vuran arabesk müziğin doğuşundaki motivasyonları çarpıcı şekilde gösteriyor…
Filme duyduğum ilginin en büyük sebebi yerli sinemamızın son dönemindeki en yetenekli oyunculardan biri olduğuna inandığım Farah Zeynep Abdullah idi. Farah Zeynep Abdullah’ın yıldızının parlaklığındaki önemli nedenlerden biri de film seçimlerindeki başarısı. Bu filmde de zorlu bir rolün üstesinden başarıyla kalkmış. Evet, belki kendisinin diksiyonu gerçek Bergen’in diksiyonundan çok farklı ancak bu bir performans için en önemli kriterlerden biri olmamalı. Görsel benzerlik ve oyunculuk becerisi bu açığı önemli ölçüde kapatmış. Erdal Beşikçioğlu da kendisinden nefret ettirme görevini iyi yerine getirmiş. Anne rolündeki Tilbe Saran ise filmin gizli yıldızı olmuş…
Bergen’in kusurlarına gelecek olursak… Öncelikle biraz önce bahsettiğim gibi giriş kısmı çok yetersiz olmuş ve klişelerle doldurulmuş. Bunun da ötesinde filmin genelinde ciddi bir yüzeysellik mevcut. Pek çok önemli olay hızlı hızlı geçiştirilmiş, karakter motivasyonları izleyiciye yansıtılmamış. Özellikle Bergen’in Halis’e olan saplantılı aşkının aktarılamayışı ciddi bir problem. Halis karakterinin de pek derinleştirilebildiği söylenemez…
Anlayacağınız Bergen, oldukça rahatsız olarak izlediğim zorlayıcı bir filmdi. Ülkemizin en önemli problemlerinden birine ünlü bir kadının geçmişte yaşadıkları inanılmaz zorluklar üzerinden dikkat çekilmiş. İşin üzücü tarafı benzer hikayelerin hala sıklıkla karşımıza çıkıyor oluşu. Umarım gelecek nesiller yıllar sonra bu filmi izlediklerinde gerçekliğine hayrete düşüp artık böyle şeylerin tamamen geçmişte kalmasından mutluluk duyuyor olurlar…