Artık 2014 filmleri için yolun sonuna geldik. Bugün izlediğim son iki filmle birlikte izleme faslını nihayet tamamladım. Yarın “izleryazar Film Ödülleri” sahiplerini bulacak, Pazar ise nihayet Oscarlar ile sezon tamamen son bulacak.

Son izlediğim filmlerden iki tanesi Oscar adayı animasyon, iki tanesi Oscar’a gücü yetmemiş fakat izlemek istediğim film ve üç tanesi de sezonun oldukça önemli filmlerinden üç tanesiydi.

Özellikle en son izlediğim üç film olan Mr. Turner, Leviathan ve Inherent Vice’ın sevmek istediğim filmler olmalarına rağmen son ana kalmaları nedeniyle ciddi bir dezavantajları oldu. Sezon filmlerinden iyice sıkılmaya başlamam ve bir de üstüne üç filmin de iki buçuk saat civarı sürelere sahip ağır filmler olması ister istemez iyi olmadı. Umarım bu durum filmler hakkındaki görüşlerimi çok fazla etkilememiştir.

Trash

Daha önceki dört filminden üç tanesiyle en iyi yönetmen adaylığı kazanan ve hemen hepsinden Akademi tarafından ciddi bir destek gören Stephen Daldry bu yıl beşinci ciddiye almamız gereken filmine imza attı. Sezon öncesinde epey ilgimi çeken filmin Oscar’da da çok iddialı olmasını bekliyordum, fakat umduğumun aksine Trash kimsenin konuşmadığı kıyıda köşede kalmış bir film oldu.

Brezilya’da geçen bir hikayeye sahip olan Trash, üç tane çocuğun çöplükte çok önemli bir cüzdan bulmasını konu alıyor. Cüzdandaki bulunanlar üç çocuğu gizem ve macera dolu bir yolculuğa çıkarır. Her ne kadar ilgi çekici gibi gözüken bir konuya sahip olsa da hikaye ne yazık ki çok iyi işlenememiş ve ortaya vasat bir film çıkmış. Başarılı olduğu noktaların da olduğunu kabul etmekle beraber filmin pek uzun olmayan süresine rağmen akıcılık problemi yaşadığını düşünüyorum. Senaryonun da biraz daha iyi olmasını isterdim.

Filmi izleme sebeplerimden bir tanesi Rooney Mara’nın varlığıydı ama kendisinin rolü epey kısaydı. Yer aldığı bölümlerde sade oyunculuğuyla başarılı olsa da daha fazla süre almasını isterdim. Aynı şeyler Martin Sheen için de geçerli. Filmin asıl yıldızlarının küçük çocuklar olduğunu bilmenizde fayda var…

5/10

Trash
Trash

Clouds of Sils Maria

Aslında benim ilgimi çekmekten epey uzak bir işti Clouds of Sils Maria fakat hakkında pek çok yerden duyduğum iyi eleştiriler beni filmi izlemek zorunda bıraktı. Doğrusu beklediğimden biraz daha fazlasını buldum ama daha da iyi olmasını isterdim.

Film, tecrübeli bir aktrisin yıllar önce oynadığı bir oyunda fakat bu kez farklı bir rolde oynayışını konu alıyor. Ana karakterimiz olan Maria, yıllar önce oynarken genç kız rolünü oynarken bu kez daha yaşlı olan rolü oynamak durumunda kalır.

Clouds of Sils Maria’yı çok sevmememe neden olan temel etken Maria karakterini canlandıran Juliette Binoche ve canlandırdığı karakteri pek sevememem oldu. Karakterle empati kuramayınca benim için pek bir cazip yanı kalmadı filmin. Binoche için abartılı övgülere de epey şaşırdım doğrusu.

Kadrodaki diğer önemli oyunculardan Kristen Stewart başarılıydı genel anlamda fakat Still Alice’te biraz daha fazla beğenmiştim kendisini. Benim filmde en çok beğendiğim isim ise Chloe Grace Moretz oldu. Çok fazla sahnede yer almasa da yer aldığı her sahne filmi daha ilgi çekici kıldı. Keşke daha fazla süre alabilseymiş.

Daha çok diyalog filmi olan Clouds of Sils Maria ayrıca harika bir görsellik sunuyor izleyiciye. Fakat buna rağmen yeterince iyi bir film olduğunu düşünmüyorum. Normal izleyicinin pek sevmeyeceği, sadece belli bir kesimi yakalayabilecek bir film Clouds of Sils Maria…

6/10

Clouds of Sils Maria
Clouds of Sils Maria

Inherent Vice

En çok hayranı olan yönetmenlerden biri olan Paul Thomas Anderson benim bir türlü sevemediğim yönetmenlerden bir tanesi. Ne yazık ki hep olumlu yaklaşsam da şu ana kadar izlediğim filmlerinden hiçbirini tam anlamıyla sevemedim. Inherent Vice ile sevdiğim oyunculardan oluşan kadrosu nedeniyle bu durumun değişeceğini düşünmüştüm ama maalesef yanılmışım…

1970’lerde geçen filmde Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Doc karakterinin eski sevgilisinin kaybolmasını araştırmasını konu alınmış. Film daha çok Doc’ın pek çok farklı kişiyle karşılaşması şeklinde ilerliyor. Sürekli diyaloglarla ilerleyen film bana bir hayli ağır geldi ve beni epey yordu. Fakat bu durumun yazının başında belirttiğim kötü bir zamanda izlemeyle ilgili olabileceğini düşünerek normalde vereceğimden biraz daha yüksek puan verdim.

Filmin iyi yanlarından bahsedecek olursak en başta tabii ki oyunculuklar geliyor. Paul Thomas Anderson’un filmlerini sevemesem de oyuncu yönetimindeki başarısını inkar edemem. Hemen her filminde olduğu gibi oyunculuklar yine başarılıydı. Joaquin Phoenix zaten filmi sevebileceğimi düşünme sebebimdi. Yine tuhaf bir karaktere hayat veren Phoenix, rolünün üstesinden başarıyla gelmiş.

Yardımcı oyuncular da genel olarak oldukça başarılıydı ama çok fazla öne çıkan bir performans yoktu. Eğer birisini söylemem gerekirse o isim kesinlikle Katherine Waterston olurdu. Kendisinin yer aldığı her sahne filmle bağlantımın iyice kopmasına engel oldu. Adının hiç anılmamasına da biraz şaşırdım. Ödüllerde adı anılan Josh Brolin’i pek beğenemedim, ödülle anılmasına dahi anlam veremedim. Walk the Line’dan sonra Joaquin Phoenix ile yeniden buluşan Reese Witherspoon’un filmde rolü epey azdı.

Filmin iyi olduğu yönlerden biri de içerisinde barındırdığı harika şarkılardı.

Sonuç olarak Inherent Vice, genel izleyicinin pek sevemeyeceği ama PTA hayranlarının yine bayılacağı bir yapım…

6/10

Inherent Vice
Inherent Vice

Mr. Turner

Saygın yönetmenlerden biri olan Mike Leigh, bugüne kadar yollarımın kesişmediği biriydi. O nedenle Mr. Turner’da nasıl bir filmle karşılaşacağımdam bihaberdim. Sonuç ise ne yazık ki çok parlak olamadı.

1700’lerin sonlarında yaşamış değerli bir ressam olan, aynı zamanda da tuhaf bir kişilik olan J.M.W. Turner’ın biyografisi niteliğindeki Mr. Turner her şeyden önce izleyiciye mükemmel bir görsel şölen sunuyor. Görüntü yönetimindeki başarının yanı sıra prodüksiyon tasarımı, müzikler falan teknik olarak her şey harika. Başroldeki Timothy Spall’un -söyledikleri pek anlaşılmasa da- harika oyunculuğu başta olmak üzere oyunculuklar da çok iyi. Fakat gel gelelim bunların birleşmesiyle ortaya pek iyi bir film çıkamamış. Bunun temel sebebi ise senaryonun çok yetersiz kalması ve ana karakterin sevilebilir bir karakter olmayışı. Tabii bununla beraber filmin süresinin gereğinden çok daha uzun tutulması filmi gerçekten bir hayli sıkıcı kılmış.

Aslında her şeyinin üzerinde özenle çalışıldığı her halinden belli olan bu yapımı daha fazla sevmeyi ve burada sadece övgüleri sıralamayı isterdim fakat ne yazık ki Mr. Turner resim sanatına düşkün olan veya “harika doğa manzaraları izleyim yeter” diyen izleyiciler dışında çok fazla kişinin zevk alarak izleyebileceği bir yapım değil.

5.5/10

Mr. Turner
Mr. Turner

Leviathan

Bu sene Kış Uykusu, Cannes’da Altın Palmiye kazanırken en büyük rakibinin hep Leviathan olduğu söylendi. Rus yapımı olan ve orijinal adı “Leviafan” olan Leviathan, bu ödül döneminin en çok ses getiren yabancı filmlerinden biri oldu ve Altın Küre dahil pek çok ödül de kazandı. Özellikle nefret ettiğim Ida’nın en güçlü Oscar rakibi olması nedeniyle sevmeyi, desteklemeyi çok istediğim bir filmdi Leviathan. Fakat belki de pek çok kişiden duyduğum çok çok iyi yorumlar beklentilerimi fazla yükseltti ve filmi yeterince fazla sevemedim. Daha doğrusu şöyle söyleyim izlerken çok fazla keyif alamadım, belki de üst üste bu tarz uzun süreli ve ağır filmleri izlemenin etkisiyle bazı sahnelerde sıkıldım, filmden kopma noktasına geldim…

Sistem eleştirisi odaklı olan film, güç sahibi kişilerin sıradan insanların hayatlarını hiçe sayabileceklerini göz önüne seriyor. Bunu yaparken de içinde güçlü bir aile dramı tarafını da barındırıyor. Normalde aile dramı konusu görünce hemen tav olmam gerekirken Leviathan’da neden öyle olmadığına mantıklı bir açıklama getirebilmiş değilim doğrusu.

Leviathan’ın çok başarılı olduğu konulardan bir tanesi görüntü yönetmenliğiydi, görsel açıdan gerçekten keyif veren filmlerden biriydi. Az ama öz olan müzikleri de akılda kalıcı detaylardandı.

Sonuç olarak Leviathan’ın Ida’dan çok daha iyi bir film olduğu kesin ama daha fazla sevmeyi isterdim. Belki şu ödül döneminin üzerinden biraz geçtikten sonra daha iyi bir zamanda tekrar izlerim ve bu kez filmle ilgili daha da iyi düşüncelerim olur…

6.5/10

Leviathan
Leviathan

The Boxtrolls

Bu yılki animasyon filmlerinden bir türlü istediğimi bulamamışken Oscar adayı filmlerden biri olan The Boxtrolls’e de şans vermek istedim. Fakat ne yazık ki The Boxtrolls son zamanlarda izlediğim en zayıf animasyonlardan biri çıktı.

Filmin bana kalırsa en büyük sıkıntısı karakterlerin pek sevilebilir olmamasıydı. Bununla birlikte senaryoyu da beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Bazı orijinal ve başarılı olduğu kısımlarının olduğunu kabul ediyorum ama nasıl olur da The Lego Movie Oscar’a aday olamazken bu film olabilmiş anlamak mümkün değil.

5.5/10

The Boxtrolls
The Boxtrolls

The Tale of the Princess Kaguya

Hayao Miyazaki ile birlikte Japon animesinin en önemli iki temsilcisinden biri olan Isao Takahata bu yılın ses getiren animasyon filmlerinden bir tanesine imza attı. Aynı zamanda Takahata’ya kariyerinin ilk Oscar adaylığını getiren bu film, aksiyona boğulmuş Amerikan animasyonlarından sıkılanlar için bu yılki en iyi alternatif konumunda.

Oldukça ilgi çekici bir şekilde başlayan filmde yaşlı iki köylüye doğaüstü bir şekilde küçük bir prenses geliyor. Oldukça ilginç, fantastik özellikleri bulunan bu prensesin hikayesi izleyiciyi bambaşka dünyalara götürüyor.

Her ne kadar filmin ilk kısımları çok ilgi çekici olsa da bana kalırsa ilgi çekicilik filmin tamamına yayılamamış. Özellikle prensesin eş beğenmeme kısımlarını böyle yaratıcı bir filme yakışmayacak klişelikte ve sıkıcılıkta olduğunu düşünüyorum. Sonlara doğru gidildikçe de başlarına bayıldığım filmden kopmalar yaşamaya başladım. Keşke süresi daha kısa tutulsaymış da daha bir sevseymişiz filmi…

Sonuç olarak beğenmediğim yönleri olsa da genel olarak izlenmesi gereken başarılı bir anime The Tale of the Princess Kaguya. Unutmadan filmin içerisinde harika şarkılar bulunduğunu da söylemeden geçmeyim…

6.5/10

Yorum Yazın

Email adresiniz yayınlanmayacak.