Bir ayı daha geride bıraktık ve bir önceki ay neler izlediğimin özeti niteliğindeki günlüklere bir yenisini ekleme vakti geldi… Ağustos ayı sinema ve televizyonla arama biraz mesafe koyduğum bir ay şeklinde ilerliyordu ki ayın son günlerindeki tatili fırsat bilerek üst üste pek çok film izledim ve buraya epey malzeme çıkmış oldu. Artık Eylül ayı ile birlikte yavaş yavaş ödül sezonu içerisine giriyoruz ve sizlerle paylaşacağım 2017 filmlerinin sayısı giderek artacak. Bu arada epey ilgi gösterdiğiniz Oscar Tahminleri sayfası da festivallerin başlamasıyla birlikte sıklıkla güncellenecek…

Önceki aylarda olduğu gibi yine dizilerle başlayalım. Bu ay izlediğim diziler şunlardı:

Louie – 5. Sezon (Final): Dizi, dördüncü sezonla birlikte geçtiği düşüşe bu son sezonunda da devam etti. Komedi beklentisiyle izlenen dizi can sıkıcı bir şeye dönüştü. Louis C.K. de bu durumun farkında olacak ki karakterle ilgili daha fazla hikayesi kalmadığını belirtip bitirme kararı aldı. Muhtemelen devam etseydi de izlemezdim.

Game of Thrones – 7. Sezon: HBO’nun fenomen dizisi geride kalan yedinci sezonuyla da rakipsiz olduğunu gösterdi ve inanılmaz anlar yaşattı. Detaylı yorum şurada.

Orphan Black – 5. Sezon (Final): Tatiana Maslany’nin harikalar yaratmaya devam ettiği dizi, önceki sezonlarını aratsa da en azından finaliyle tatmin edici bir şekilde ekran macerasını sonlandırdı. Detaylı yorum şurada.

Parks and Recreation – 7. Sezon (Final): Geç başladığım bir diziydi ama kendi standartlarıma göre çabuk sayılabilecek bir şekilde tüketmiş oldum. Final sezonu da gayet iyiydi. Özellikle son üç bölüm… Finali de kesinlikle çok orijinal ve başarılıydı. Leslie Knope, Andy Dwyer ve tabii ki Ron Swanson benim için televizyon dünyasının en unutulmaz karakterleri arasına çoktan girdiler bile.

Curb Your Enthusiasm: Yeni bir Seinfeld bulma umuduyla başladığım bir dizi oldu ama Larry David’in bir Jerry Seinfeld olmadığını anlamam uzun sürmedi. Belki izledikçe açılıyordur ama ilk 3-4 bölümde dizide sevdiğim bir karakter bulamayınca devam etme isteğim de olmadı.

30 Rock – 1. Sezon: Bu ay başıma gelen en güzel şeylerden biri oldu. Tina Fey’in Emmy avcısı işine nedense mesafeli yaklaşıyordum ve bir türlü başlayamıyordum. Daha ilk 1-2 bölümden bunun bir hata olduğunu anladım. Sevilesi ve komik karakterler, özgün bir konu, kaliteli oyunculuklar. Finallerle dolu ayda iyi bir başlangıç oldu benim için.

Hangi Filmleri İzledim?

Bu ay içerisinde bana sinema yolunu tutturan bir film çıkmadı, fakat ev sinemasında iki tane güncel 2017 filmini izleyip yazdım. Bunların dışında Türk sinemasında izlemediğim ya da yıllar önce televizyonda bölük pörçük izlediğim birkaç önemli filmi izledim. Mother! öncesinde Darren Aronofsky’nin izlemediğim önemli filmlerini izledim. Son olarak da bunların dışında rastgele bir şeyler izledim…

Vizyon Filmleri

Wakefield: Bryan Cranston için geçen yıl yolunu gözlediğim filmlerdendi ama bu yıla sarktı. Çok farklı anlatım tarzı olan oldukça duru bir filmdi. Finali tatmin etmese de ben sevdim ama kimseye önermeye kolay cesaret edemem. Yorum şurada.

The Lego Batman Movie: Beklentimin epey üstünde çıkan çok eğlenceli bir Batman filmiydi. Hem çocukların sevebileceği hem de büyüklerin pek çok ince espri bulabileceği oldukça sağlam bir iş olmuş. Özellikle Batman dünyasına ilgi duyanlar kaçırmamalı. Yorum şurada.

Darren Aronofsky Filmleri

Ciddi bir hayran kitlesi olsa da bir türlü ısınamadığım bir yönetmen Darren Aronofsky. Her şeyi olduğundan daha karmaşıklaştırmaya çalışan sinema anlayışının bana pek uyduğunu söyleyemem. Fakat Mother! öncesinde filmografisini bir elden geçirmek istedim. Yakın zamanda ikinciye izlediğim ve çoğunluk gibi bayılmadığım Requiem for a Dream ile ikinci kez izlemenin tamamen mantıksız olacağını düşündüğüm Noah’ı hariç tutarak tüm filmlerini ay içerisinde izlemiş oldum. (Black Swan dışındaki filmlerini ilk kez izledim)

Pi (1998)

Yönetmenin ilk filmi olan bu film aynı zamanda en kötüsü. Zeki olmaya çalışan ama içerik olarak tamamen boş olan bir paranoya filmi. Sevenlerinin nesini beğendiklerini anlamakta zorlanıyorum, sevenlerinden özür dileyerek izlediğim en kötü filmler arasında gördüğümü belirtmek zorundayım.

2/10


The Fountain (2006)

Yönetmenin gösteriş meraklısı filmlerinden biri. Ölümle baş etmeye çalışmak gibi oldukça ilgi çekici bir konuyu ele almaya çalışan film, bunu bilim kurgudan çıkarıp fantastiklik eksenine oturtunca ciddi değer kaybetmiş. Hugh Jackman ve Rachel Weisz’in başarılı performansları filmin olumlu noktalarındandı. Keşke bu konu daha iyi işlenebilseymiş.

5.5/10


The Wrestler (2008)

Aronofsky’nin beni ciddi anlamda şaşırttığı film oldu. Çünkü bu filmin yönetmenin diğer filmleriyle uzaktan yakından alakası yok. Kendisinin sevmediğim özelliklerinin tam aksine olabildiğince sade ve duygu yüklü bir anlatım. Bu zamana kadar ertelemek hataymış. Afişine aldandığımdan olsa gerek ben spor odaklı bir film bekliyordum ancak hayatta pek çok şeyini kaybetmiş ve tutunacak tek dalı olarak Amerikan güreşi kalmış bir adamın dramını anlatıyormuş film. Mickey Rourke’un enfes performansının da etkisiyle film oldukça etkileyiciydi. Marisa Tomei ve Evan Rachel Wood’un yardımcı oyunculuk performansları da gayet iyiydi.

8/10


Black Swan (2010)

Yıllar önce izleyip beğendiğim bir filmdi ama ikinci kez izledikten sonra filme biraz haksızlık ettiğimi fark ettim. Çünkü iyi bir film değil çok iyi bir filmdi karşımdaki. Yönetmenin yine kendine has özellikleri filmde bolca mevcut ama o özellikler o kadar başarılı işlenmiş ki bunlar sorun olmaktan çıkıp avantaj haline dönüşmüş. Sembolizm illa kullanılacaksa bu şekilde kullanılmalı işte! Seyir zevki yüksek, enfes bir gerilim olmasının yanı sıra alt mesajlarıyla da kıymetli bir sanat eseri. izleryazar Top 250‘ye almak için ikinci kez izlemeyi bekliyordum ve 117. sıradan listeye giriş yapmış oldu.

8.5/10


Yerli Film Kuşağı

Çöpçüler Kralı (1977)

Kemal Sunal’ın unutulmaz klasiklerinden birini yıllar sonra adamakıllı bir şekilde izlemek güzeldi. Zeki Ökten’in yönetimi de çarpıcıydı. Günümüzde komedyen diye geçinen Cumali Ceberleri gördükten sonra herkesi kucaklayan, hem güldüren hem de toplumsal eleştiri getiren bu eserlerin değerini insan daha iyi anlıyor. Tabii eleştiri boyutunun biraz fazla göze sokulması filmin eksilerinden.

7/10


Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? (2006)

Haluk Bilginer hayranı olarak yıllardır düzgün şekilde izlemek istediğim bir filmdi, bir türlü sıra gelmiyordu. Nihayet izleyebildim ama pek de sevdiğim bir iş olmadı ne yazık ki. Filmin ağır dili bende gerçekçilikten ziyade yapaylık hissi uyandırdı. Yine de sinemamızda örneklerine rastlayamadığımız bu tip işleri desteklemek gerek.

5.5/10


Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi (2011)

Onur Ünlü’nün tuhaf mizah anlayışını genel anlamda sevsem de Sen Aydınlatırsın Geceyi sonrasında biraz temkinli yaklaşıyorum. Selçuk Yöntem’in başrolünde yer aldığı bu film de oldukça absürt bir kara mizah filmiydi. Genel olarak hiç fena bulmadım ama bir İtirazım Var da değildi tabii. Senaryo daha iyi işlenerek seyir zevki daha yüksek bir iş ortaya konulabilirmiş.

6/10


Ortaya Karışık Filmler

Close Encounters of the Third Kind (1977)

Steven Spielberg’ün izlemediğim önemli bilim kurgu filmlerindendi. Spielberg’ün en iyi filmi olarak kabul edenlerin sayısı bile hiç az değil ama ben çok da etkileyici bulmadım. Tabii bu tarz bir bilim kurgu filmini yılından bağımsız değerlendirmek de pek doğru değil. Günümüzde bu filmin benzerlerini, geliştirilmişlerini izlediğimiz için benim gibi yeni izleyicilere pek bir şey ifade etmiyor olabilir ama 70’li yılların sonu için gerçekten üst düzey bir film olsa gerek. Yine de puan verirken günümüz şartlarında vermek durumundayım.

6/10


10 Things I Hate About You (1999)

Sadece keyifli vakit geçirmek için izlenebilecek eğlenceli bir gençlik filmiydi. Türün en iyilerinden olduğu söylenemez belki ama şans verilebilir. Julia Stiles, performansıyla filmin yıldızıydı. Joseph Gordon-Levitt’in çocukluğunu izlemek de ilgi çekiciydi.

6.5/10


The Best of Youth (2003)

İtalyan yönetmen Marco Tullio Giordana’dan oldukça enteresan bir deneme. İki erkek kardeşin hayatlarının uzunca bir kısmını ele alan film, 6 saat 6 dakikalık süresiyle bugüne kadar izlediğim en uzun film olma unvanını eline aldı. Filmin başarılı pek çok noktası vardı. İyi oyunculuklar, yaratılan başarılı karakterler, kaliteli müzikler ve replikler… Fakat filmin süresi gerçekten çok uzun, çok çok uzun. Hiçbir film bu kadar uzun sürmemeli. Birkaç parça halinde izlesem bile filme sürekli konsantre olmak çok zordu. 2-2.5 saatlik bir süreyle de yönetmen derdini anlatabilirmiş, fakat onun yerine süreyi abartıp bu özelliğiyle ilgi çekmeyi tercih etmiş. Benden de en az 1 puanı o sebeple kaybetti.

6/10


Layer Cake (2004)

Kick-Ass ve Kingsman: The Secret Service ile mizahına hayran kaldığım İngiliz yönetmen Matthew Vaughn’un ilk filmi olan bu film ne yazık ki büyük hayal kırıklığı oldu. Oysa ilgi çekici girişiyle beklentimi iyice arttırmıştı fakat sonrası ucuz bir suç filmi kıvamında devam etti. İzlenmese de olur.

4.5/10


Crazy Heart (2009)

İzlediğim ilk iki filmi Out of the Furnace ve Black Mass ile hayal kırıklığı yaratan Scott Cooper’ın kariyerinin ilk filmi olan bu filmle ilgili beklentilerim hiç yüksek sayılmazdı. Fakat country müziği merkezine alması, Jeff Bridges’a Oscar kazandırması nedeniyle şans vermek istedim. Aslında beklediğimden de iyi buldum. Akıcı olmayan bir film olduğunu kabul etmek gerek ama hikaye bir şekilde ilgi çekmeyi başarıyor. Genel olarak itici bulduğum Maggie Gyllenhall’ı da sevdim bu filmde. Oscar adaylığını hak etmiş. Çok bayılmadığım Jeff Bridges’ın zayıf bir yıl olan 2010’da Oscar kazanmasına şaşmamalı.

6.5/10


In the Loop (2009)

The Death of Stalin fragmanını izledikten sonra sıkıcı gözüken konusuna rağmen gaza gelip izlediğim bir film oldu. Veep izleyenlerin alışkın olacağı tarzda bir politik mizah içeriyor film. Fakat sorun şu ki karakterlere ısınması, filmin tarzına alışması pek kolay olmuyor. Veep’in bile bunu başarması sezonlar almıştı. Yine de orijinal bir konu işleyip keyifli anlar sunmasıyla tamamen hayal kırıklığı olmadı.

5/10

Yorum Yazın

Email adresiniz yayınlanmayacak.